Türküler ve Öyküleri

Yücel ÇAKMAK’ın “TÜRKÜLERİMİZ ÖYKÜLERİMİZ – Elazığ ve Harput Türkülerinin Öyküleri” adlı kitabından alınmıştır.

Küçük yaşta başlayan bir sevda hikâyesi…

Harput’ta yaşanan bu sevda hikâyesinde, gurbet teması işlenmektedir. Küçük yaşta komşu kızı Hasibe’ye âşık olan Mehmet, sevdiğiyle evlenmek için gurbete çalışmaya gider. Gurbette gecesini gündüzüne katan Mehmet, tek tesellisi sevgilisi Hasibe’den gelen sevda kokulu ucu yanmış mektuplardır. Yıllar sonra Hasibe’den gelen bir mektup ile Mehmet’in dünyası kararır. Hasibe 14 yaşına girmiş ve görücüleri artmaya başlamış. Hasibe, Mehmet’e biran önce dönmesini yoksa ailesinin görücülerden birisiyle evlendireceğini dile getirmiş. Hasibe gurbetteki Mehmet’in kendisini sevdiğini ve dönüp geleceğini bilmesine rağmen, son sözün ailesinde olacağını bildiği için boynu büküktür. Hasibe’nin anası babası ne sevenin sevgisini, ne de sevilenin sevgisini biliyor. Gün gelir hasreti ile yanıp tutuşan ve sevgilisinin yolunu gözleyen Hasibe, ailesi tarafından nişanlanır. Mehmet, gurbetten gelememenin sancısını yaşarken, Hasibe de kendisine sorulup danışılmadan nişanlanmanın hicranını yaşamaktadır. İşte bu sevda meçhul bestekârlar tarafından bestelenerek, dil dilde gezmiştir.

Harput Türküsü

Kar mı yağmış, şu Harput’un başına
Kurban olam toprağına taşına
Küçük yaştan bir yar sevdim vay neni
O da girmiş onüç, ondört yaşına

Bir ah çeksem karşı dağlar yıkılır
Bu gün posta günü canım sıkılır
Ellerin mektubu gelmiş okunur
Benim yüreğime hançer sokulur

Küçük yaşdan bir yar sevdim sürmeli
Sürmeliye nasıl gönül vermeli
Sürmelimin hiç sefasını sürmedim
Bir gün sarıp sefasını sürmeli

Bir ah çeksem dağlar iniler
Ah ettikçe eski derdim yeniler
Bu dert beni iflah etmez öldürür
Ben ölürsem dağ taş adım ünüler

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Harput’ta yaşantı artık tek düzelikten çıkmıştır. On dokuzuncu asrın sancılı günleri en acımasız ve en tipik tarihi olaylarını yaşanmaktadır. Henüz harbin yaraları çok tazedir ve yaralar kanamaktadır. Yıllar yılı debdebelerle geçmiş olan Harput yaşantısı üzerine bir kâbus çökmüştür. Birkaç yıl öncesine kadar hiç kimse ne olup bittiğinin farkında değildir. Bir İmparatorluğun bitişine şahit olduklarının bilincinde değillerdir. Ne Harput ve ne de Harputlu’lar, Harputun bittiğini gün be gün tükendiğini yeni yeni fark etmektedirler. Her geçen gün Harput’ tan bir şeyler kopartmakta, bir şeyler götürmektedir. Harput ahalisi yavaş yavaş Mezraya bir göç telaşı içine girmişlerdir. Dünya Sosyoloji tarihinde eşine ender rastlanılır olaylar Harput’ta cereyan etmektedir ki, kocaman bir şehir ahalisi evlerini kendi elleri ile yıkıp, aşağıdaki ovaya, mezraya göç yaşamaktadır. Hiç kimse de bu işe akıl sır erdirememektedir. Bazı devlet memurları da, tayin isteyip gitmektedirler. Rahmetli babam Yusuf BİCAN, o yıl on altı yaşındadır. Harput’ta bu göç hareketi sürdüğü sıralarda, babam da düzenli olarak atı ile mezraya gidip, işlerini halledip tekrar Harput’a dönmektedir. (Ben, o yıllarda yaşanan bu sevda olayını, babam bir arkadaşına anlatırken dinleyip şahit oldum. Babamın çok sevip saydığı Hamedili Veli Efendi adında bir arkadaşı vardı. Onun için, ‘Veli, insanın namusunu emanet edebileceği bir dosttur.’ derdi. Veli Efendi bir gün babamı ziyarete gelmişti. Evimizin bahçesinde oturuyordu. Annem çay yapmış, ben ise çayları dolduruyordum. Tarih 25 Nisan 1966, -iki gün önce 23 Nisan Bayramına katılmıştım, oradan hatırlıyorum- erikler çiçek açmıştı.) Veli efendi, erik çiçeklerine bakarak “Yusuf, bu kaçıncı erik çiçekleri?” deyiverdi. Babam, “Kırk yedi…” derken gözlerinden bir damla yaş düştü. Şaşırmıştım, babam durduk yere neden hüzünlenmişti. Veli efendi, “Hele anlat, nasıl olmuştu o iş?” dedi. (Babam anlatırken sanki ben orada yokmuşum gibiydi. O sadece Veli efendiye anlatıyordu. Çünkü çocukların yanında aşk meşk hikâyeleri anlatılmazdı. Çok merak etmiştim. İyi ki de dinlemişim. O gün çok hoşuma gitti. Hiç mi hiç unutmadım. Bundan sonrasını babam şöyle anlattı.) “Veli, yaşım atmış üç oldu. Olayın üzerinden kırk yedi yıl, evet, tastamam kırk yedi yıl geçti. Erikler, tam kırk yedi kere meyve verdiler, çoğu kuruyup gitti. Her günkü gibi, bizim beyaz ata binmiş Mezre’ye gidiyordum. Harput’un çıkışındaki çıkmalı evin pencere camı birkaç kere çalındı. Hem de o kadar şiddetli ki, cam kırılacak gibiydi. Bakıp bakmamakta tereddüt ettim. İçimden bir ses, dönüp bak, dedi. Dönüp bir baktım ki, ne göreyim, bir ay parçası, bir huri kızı, başından oyalı yazması kaymış, bir çift yeşil gözle gülüyor. Eliyle ‘gel gel!’ diye de işaret ediyor… Deli olacağım. Sabahın bu vaktinde rüya mı, hakikat mi farkında değilim. Harput gibi bir yerde, çok ender rastlanabilecek bir durumdu. Bir kızın böyle serbest, böyle özgürce hareket etmesi pek normal karşılanmazdı… Yaklaştım atı pencerenin altına çektim. ‘Yusuf!’ dedi. Adımı bile biliyordu. Ama ben, daha önce onu hiç görmemiştim. Gözlerim, gözlerine takılı kalmıştı. Dilim tutulmuştu. O konuşuyor, ben dinliyordum. Ama cevap veremiyordum. Nutkum tükenmişti. İçine düştüğüm o iki yeşil göz, beni esir almıştı. Kız, sarı ipek saçlarını da hiç gizlemiyordu. O an, o sarı ipek saçların bir ömür boyu, boynuma dolanıp kalacağını bilmiyordum. Dalıp gitmiştim… ‘Yusuf, al sana bir kara erik yolda yersin’ dedi. Eriği aldım. Erik değil, sanki gökteki dolunayı bana vermiş gibiydi. Alıp mendilimin içine koydum. Sonra ‘Yusuf, beni buradan al. İstersen dünyanın ötesine gelirim. Ama beni mutlaka al. Yeter günlerdir yolunu beklediğim. Dün gece uyumadım, bekledim sabaha kadar. Uykuda kalırsam seni göremem diye çok korktum…’ dedi. Sadece, ‘Peki peki, tamam…’ diyebildim. Ah bu cahil kafam, niye acele edip de, o gün alıp gitmedim. O gün Mezre’ye de gitmedim. Atımı eve çevirdim. Meydan mahallesine bir rüzgâr gibi girdim. Anam, Pembe Hanım, pencereden görüp korkmuş. Yusuf niye böyle telaşla erkenden geri döndü diye. Hemen aşağıya, kapıya inmişti, ‘Oğlum, hayrola. Bu halin ne böyle?” dediğini duyar gibiyim. ‘Ana’ dedim ‘gir içeri kapı ağzında anlatamam. Ben bittim.’ Anamın gözleri büyüdü birden. ‘Hayrola ne var oğul’ dedi. Bir solukta olanı biteni anlattım. Anam kahkahalarla gülmeye başladı. Ben bu defa anama kızıyordum. İşin ciddiyetini anlamamış gibi davranıyordu. ‘Ana, gülmeyi bırak. Eğer o kızı yarın bana istemezseniz şu Harput Kalesi var ya; giderim, oradan kendimi aşağıya atarım. Bütün Harput da bana ağlasın, sen de ağla.’ dedim. Anam, ‘Delisin sen.’ dedi. ‘Bir kız için insan kendini kaleden mi atarmış; o kız senin gadan ala oğul, bir çaresine bakarız.’ derken işin ciddiyetini de anlamıştı. Anam da, ben de, sabaha kadar yatamamıştık. Anam endişe duymuştu. Bense hayaller ülkesindeydim. Sabaha kadar düğünümüzü hayal ettim. ‘Yusuf beni buradan al!..’ sözü sabaha kadar kulaklarımda çınladı durdu. Anam konuyu babama açtığında, babam pek önemsememiş. Kızın ailesini, babasını çok yakından tanıdığını, memur Mehmet Efendi’nin kızı olduğunu, bize de münasip bir gelin olabileceğini belirtmiş. Lâkin işlerinin o günlerde çok yoğun olduğunu; Halep’e külliyetli miktarda gön ve tabaklanmış hayvan derisi göndermesi gerektiğini, askeriyenin ayakkabı ihtiyacının çok önemli olduğunu falan söylemiş. Bense, bu arada, geçen üç günümün, üç asır gibi geçtiği biliyorum ama sonradan bir ömre bedel olacağını bilmiyordum. Dördüncü gün; babamın yüzüne bakarak -o devirde bir evlât babasına böyle bir konuda asla bir şey söyleyemezdi- ‘Baba, benim işim ne oldu?’ dedim. Babam, şöyle cevapladı: ‘Galiba geç kaldık. Mehmet Efendi’nin tayini Payitaht’a çıkmış. Üç gün önce gitmişler…’ Gök kubbe başıma düşmüştü. Başım dönüyordu. Yine dilim tutulmuştu. Öylece babamın yüzüne bakıyordum. Babam durumumu görünce sarsıldı. ‘Demek bu kadar önemliydi.’ dedi. Yüzümü öptü. ‘Sana çok daha güzel bir eş alacağım, merak etme; unutursun bu günleri, sonrada gülersin haline.’ diyerek elimden tutup yukarıya çıkardı. Divanın üstüne abanmış ağlıyordum. Babam ‘Hiç görülmemiş bir şey…’ dedi. Babamın cevabı kulaklarımda çınlıyordu; ‘Onlar gitti, şimdi üç günlük yoldalar…’. Üç günlük yol nedir ki, bilmiyordum. Sandım ki, dünyanın öteki ucuna gitmiştiler. Oysa, olsa olsa Kömürhan Köprüsü’nü ya geçmiştiler, yahut oradaydılar. Bu günkü aklım olsaydı, gider bulurdum onu. Niye biliyor musun? Ben ona söz vermiştim. O bana gönül vermişti. Ama o gerçeği bilmiyordu. Bilmeyecekti. Mutlaka intizar etmiştir bana.” Cüzdanından bir kara erik çekirdeği çıkardı. “İşte bana bu kara eriği vermişti. Eriği yemeye kıyamadım. Mendilimin içinde çürüdü. Sadece çekirdeği kaldı. Askere giderken de yanım da götürdüm. Tam yarım asır geçti. O nerededir şimdi? Veli kardeş, bir haber alsam, bilsem yerini, gider bulurdum. Dayayıp dizlerine başımı, derdim ki: ‘Ben sözümde durdum. Babamın da kastı yoktu. Sizin gideceğinizi nereden bilecektim…” Bu olay Harput’ta duyulmuş. Babamın arkadaşları “O eriği niye yemedin?” diye yıllarca takılıp, şaka yaparlarmış. Anlayacağınız dile düşmüş: “Kara erik çağala, ye ki yaran sağala” Bu olayı anlattıktan bir yıl sonra babam vefat etti. ‘Kara eriğin çekirdeği’, hâlâ cüzdanındaydı. Sonra ne oldu, ben de bilmiyorum. Ona ve Harput’un bağrında yatan tüm dostlara tanrıdan rahmet diliyorum. Derler ya: ‘Harput’ lu severse tam sever. Harput’un sevdaları bir ömür sürer.’ Bu vuslata ermemiş sevda da, bir ömür sürmüş meğer…

<p justify;"="" style="margin: 0px 0px 20px; padding: 0px; border: 0px; outline: 0px; font-size: 13px; vertical-align: baseline; background-color: rgb(242, 242, 242); color: rgb(0, 0, 0); font-family: 'Helvetica Neue', Arial, 'Liberation Sans', FreeSans, sans-serif; line-height: 13px; text-align: justify;">Kara Erik Çağala Türküsü

Kara erik çağala
Ye ki yaran sağala
Hangi kitap yazir
Ben sevem eller ala

(Nakarat)

Oy nedem nedem nedem
Oy nedem nedem nedem
Yar seni alam gidem
Evi barkı terkedem

Yarin kolunda şeve
Kim odur yarim seve
Acep o gün olur mu
Alam götürem eve
(Nakarat)

Kaynak: Zekeriyya BİCAN / Derleyen: Abdullah Tunç

Elazığ’ın bir köyü olan Kövenk üzerine bu türkünün temelinde, Hayriye ile birlikte Hayriye’ye vurgun olanlar, onların oğulları ve gelinleri de vardır.

Hayriye, Harput diyarının bağrından çıkan Kövenk Türküsü’nün kahramanı olan bir kadındı. Meteris’e çıkan sokaklardan birinde, küçük bir evde oturan Saka Hasan’ın karısı Gülhan hakkında çok şey söylenmiş ve duyulmuştu. Hayriye ise Gülhan isimli bir kadının kızıydı. Meteris ve ona yakın mahallelerde bulunan gençlerin çoğu Hayriye’ye vurgundur. Hayriye ise, hayatı boyunca macera aramış, serüvenden yılmamış, bu yüzden evlilikleri hep sonuçsuz kalmış, neticede hayat kadını olup çıkmıştır. Zamanımızdan takriben yüz yıl önce, Harput’da güzel bir yaz günü, insanı bunaltmayan sıcak bir gün ve bunun yanında insan ruhunu serinletici ve okşayıcı bir rüzgâr var. Harput yeni bir güne başlıyor. Meydan Mahallesi’nde dükkânların kepenkleri açılıyor sesli sessiz… “Tütün altı” yapmış olanlar, tütünlerini sigara kâğıdının içine koyup büyük bir zevkle sarıyorlar, ağızlığı olanlar, sigaraları ağızlığa takıp kavlı çakmaklarıyla yakmaya uğraşıyorlar, bir taraftan da gelen müşteriyle meşgul oluyorlar. Harput’un her mahallesinin özelliği ayrı ayrı… Meydan Mahallesi böyleyken, Abdeyir Mahallesi daha başka. Akşamdan kalmış olanlarla, yosmasıyla beraber güzel bir gece geçirmiş olanlar, mahmurluklarını üzerlerinden atamadan, sallana sallana, ağızlarında Hayriye Türküsü’nü mırıldanarak hafif meyilli yoldan evlerine gitmeğe uğraşıyorlar. Ağa Mahallesi’nde camiden çıkanlar, gönül ve vicdan huzuru içinde orta yaşlılar kahve kenarında oturuyor, biraz yaşlılar ise ayrı bir yoldan bastonlarına dayana dayana evlerinin yolunu tutuyorlar. Güneş yeni yeni doğmaya başlarken, Kargacık Mahallesi’nde bir evin penceresi açılıyor, içeriden Gülhan ve kızı Hayriye’nin şen ve şakrak sesleri geliyor. Vakit ilerliyor, herkes sokakları dolduruyor, günlük hayat Harput ve mahallelerinde alışılagelmiş olduğu gibi gidiyor. Aynı mahallede İnce Arapların evi, Gülhan’ın ve Hayriye’nin sık sık gittikleri bir ev. İnce Arapların oğlu Zeki, yakışıklı bir genç, adliyede memur olarak çalışıyor. Bu sık ziyaretlerin sonucunda Hayriye, annesinin de yardımıyla Zeki’nin gönlünü çeliyor. Zeki, Hayriye’ye sırılsıklam aşık… Ev halkı çaresiz kalıyor, ondört yaşındaki Hayriye’yi annesi Gülhan’dan gönülsüz de olsa istiyorlar. Her türlü hazırlıklar yapılıyor, düğün günü Harput’un çoğu geliyor. Hayriye’yi görenlerin içlerinde belli belirsiz bir sızı peyda oluyor… Zeki, evliliğinin beşinci ayında baba ocağından ayrılıp önce Bakır Maden’e, daha sonra da Hozat’a memur olarak tayin ediliyor. Hozat, keyif ehli bir beldedir. Ufak ve şirin bir yerdir. Hayriye’nin güzelliği, açık saçıklığı, kısa zamanda dillerde dolaşmaya başlayınca, hovardaların gözleri ve kulakları tetikte beklemeye başlıyor. Artık bundan sonra, Hayriye’nin eli iş de, gözü oynaş da, açıldıkça açılıyor. Dedikodular çoğalınca Zeki ile boşanırlar. İşvesiyle, neşesiyle ün salan Hayriye, artık serbest bir hayata atılmaya hazırdır. Bu şartlar altında Hozat’ta duramaz, Harput’a gelerek Kayabaşı’nda bir ev kiralayarak oturmaya başlar. Hayriye’nin ismini ve başından geçenleri duymayan kalmaz. Evine misafirliğe hep köy ağaları ve beyleri gelmeye başlar. Öyle ki, aralarında Hayriye yüzünden kavgalar çıkar, bıçak ve tabanca sesleri diğer mahallelere ulaşır. Fakat bu kadın, bütün misafirlerini birbiriyle bozuşmadan idare edebilecek bir hünere sahiptir. Hovardaların başında Mollaköy’lü Mamo Bey ile Köveng’li Ahmet de vardır. Bazı akşamlar, şenlikler, eğlenceler, sazlar ve sözler ayyuka çıkar, Hayriye’nin adına yakılmış olan türkü mahallelinin uyumasına dahi mani olur, herkes bu türküyü ister istemez dinler.

Hayriye Türküsü

Hayriyeinin alçak damı
Aleme vermişti şanı
Şu Hayromum nazlı canı
Aman aman azdır gelin
Lira verem bozdur gelin
Ak gerdana düzdür gelin

Kaynak: Dr. Naci ONUR

İnce ve yumuşak huylu bir güzel olan Hayriye, Memo adında fakir bir gençle evlenir.

Hayriye’nin güzelliği meclislerde söylendiği için Saray Mahallesi’nden Faik Beyin oğlu Küçük Bey de bunu görmek sevdasına tutulur. Görmekle kalmaz ona gerçekten aşık olur. Hem az değil adamakıllı. Hayriye’yi Saray’a getirene on kilelik bir sulu tarla bağışlar. Gizlice Saray’a giden Hayriye, Küçük Beyin kalbini avucunun içine aldıktan sonra niyazına karşı da alabildiğine naz eder. Mamo Hayriye’nin elden gideceğini anladığı için Küçük Beyin hizmetkârı Lefter’in teklifine razı olur. Küçük Beyden para gelecek Hayriye ile Mamo da yiyip içip eğlenecekler. Küçük Beyin parasını başkası yiyeceğine hiç olmazsa Mamo yesin. Lefter, Hayriye’yi Küçük Bey’e getirdikçe, Küçük Bey Hayriye’nin gerdanına, şemsiyesinin uçlarına altın liralar dizer. Hayriye’nin Saray’a gelip gittiği duyulunca, Küçük Beyin hanımı kuşkulanır. Hayriye’yi bir gün hamamda hizmetçilerine dövdürmeye karar veri. Bu maksat için bir gün hamama giderse de, niyeti evvelden bilindiği için hamamdaki işçiler Hayriye’yi hanımdan saklarlar ve ona göstermezler. Küçük Beyin hanımı bunu öğrenince küser, bir daha hamama gelmez. Hamam sahibi hanıma gidip yalvarır yakarır, nihayet Hayriye’yi kendisine göstermek şartıyla hamama gelmeye razı eder. Dedikodulardan sakınan Küçük Bey, Hayriye’nin Saray’a gidip gelmesi güç olduğu için kendisi Saray’dan Harput’a göçer. Bir Kurban Bayramı’nda geceleyin Hayriye’nin evine gitmek isteyen Küçük Beyden Hayriye 10 altın ister. Fakat Küçük Bey 9 altın götürür. Niye sözüm yerine gelmedi, bir altın noksan getirildi diye Hayriye 9 altını pencereden taşlığa serper. Hayriye’nin her nazına katlanan küçük Bey, varını yoğunu tüketerek yoksul düşer. Kocasının yoksul düştüğünü gören Küçük Beyin hanımı da artık bu kadının ettiği çok oldu, buna ne etsem azdır diye, hizmetçilerini alarak hamama gider. Soyunmak üzere iken natırlarla beraber kendisine kibar terbiyeli bir kızın hizmet ettiğini görerek merak eder. Bu tazeye çok kanım kaynadı kimin nesi bu kız diye sorunca, senin görmek istediğin Hayriye işte budur derler. Hayriye’nin hizmetine ve hürmetine hayran olan Sıdıka Hanım kabahat bunda değilmiş, bunu baştan çıkaran benim kocamda imiş, diyerek Hayriye’yi dövdürmekten vazgeçer. Bilakis onun hamam parasını da kendisi verir. Bu hadise üzerine Hayriye, Küçük Beyi evine almaz ve evine de gitmez artık. Malı mülkü talan olan Küçük Bey, Harput’ta ve Saray’da barınacak bir şey olmadığından Kövenk’e gidip değirmencilik yapmaya başlar.

Hayriye Türküsü

Kargacığın taş deliği
Hayriye’m keklik feriği
Taramış sırma poriği

Hayriye’min alçak damı
Memleketi tutmuş namı
Kim saracak beyaz canı

Aman aman azdır gelin
Lira verem bozdur gelin
Ak gerdana düzdür gelin

Hayriye’m dalda geziyor
Gerdana lira düzüyor
Baygın gözünü süzüyor

Hayriye’min evi yoldur
Lefter şişeleri doldur
Küçük beyde para boldur

Aman aman azdır gelin
Lira verem bozdur gelin
Ak gerdana düzdür gelin

Hayriye’m giymiş nalını
Gezer salını salını
Sanki bir vezir gelini

Hayriye’min damı alçak
Hayro’m gezer salma saçak
Mamo oldu itten alçak

Aman aman azdır gelin
Lira verem bozdur gelin
Ak gerdana düzdür gelin

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

 

Doğu Anadolu yaylalarında güzeller güzeli Fatma Kız yaşarmış. Çarşaflı, örtülü olmasına rağmen yürüyüşü öyle havalı, endamı öyle güzel, sesi öyle tatlıymış ki bütün erkekler Fatma’yı görebilmek, sesini duyabilmek için evinin etrafında dolaşır.. Çeşme başını gözler, köy kadınlarının çamaşır yıkadıkları gölde pusuya yatarlarmış.

Fatma’da cin mi cin.. Her şeyin farkındaymış, sıcak der yüzünü açar, aman der çarşaftan dışarı narin beyaz kolunu çıkarıp onu gözetleyenleri aşk ateşiyle kavururmuş. Köylerde kızlar evlerde toplanıp türkü çığırır oynar ya, Fatma o geceler oyunların en hasını döktürürmüş. Tabii köyün gençleri dışarıda toplanır, evin içindeki oyunları pencereden izlermiş. O sıralarda köyde düğün varmış. Fatma yine her işin ucundan tutuyor, iki dünür evi arasında koşturup duruyormuş. Düğüne davetli öteki köyün delikanlılarından biriyle de aynı işvesiyle eğlenmekteymiş. Bu delikanlıda oldukça yakışıklı ve boylu poslumuş. Ahmet ismindeki bu genç, Fatma ile konuşabilmek için her yolu denemiş. Rivayete göre Ahmet çarşaf giymek suretiyle, bir iki kez de gölbaşında Fatma ile buluşmuş… İki günlük aşk hem Fatma’yı hem de Ahmet’i yakmış… Düğün günü gelmiş çatmış, oyunlar halaylar… Havaya sıkılan kurşunlar… Ve serseri bir kurşun dam başında oynayan Fatma’yı bulmuş… Fatma’nın ölümü Ahmet’i perişan etmiş… Ahmet, üç günlük sevdası Fatma’nın ardından yataklara düşmüş. Bu türkü de ondan sonra yakılmış..

KÖVENK YOLLARINDA

Çimeydim göllerinde (He Anom he)
İlik düğme olaydım
O yarin kollarında (He Anom he)
O yandan yandan yandan

Bağlantı

Severem seni candan (He Anom he)
Üç gün oldu seveli
Ne tez usandın benden (He Anom he)

Kövengde bir düğün var
Göbeğinde düğüm var
Çok paralar sarf ettim
Bilmedim böyle gün var

Dama vurdum çatmayı
Seslen gelsin Fatmayı (He Anom he)
Fatmam nerden öğrenmiş
Çarşaftan kol atmayı (He Anom he)

Bağlantı

Kövengin yazıları
Meliyor kuzuları (He Anom he)
Ben buraya gelmezdim
Alnımın yazıları (He Anom he)

Kaynak: Anonim

 

Bu türkü, adına türküler yazılan Hayriye ile Kövenkli Ahmet’in ilişkisini anlatır.

Kövenkli Ahmet, Hayriye’nin en yakın dostudur. Bu arada Hayriye, İnce Arapların Kemeneci Ali ile evlenir. Yaratılışı sebebiyle kısa sürede ondan da boşanarak Elazığ’a göç eder. Topuz’un kahvesi, o zaman yegane sazlı sözlü eğlence yeridir. Harput’ta oturanların “Mezire” ismini verdikleri yüz yıl önceki Elazığ’da keyif ehlinin gittiği tek yer Topuz’un Kahvesidir. Hayriye de bu kahvenin kantocu artisi olur. Bu işi yürütürken Nuri ile evlenir. Oda uzun sürmez, hem işten hem de Nuri’den ayrılarak tek başına bir evde oturmaya başlar. Bu sırada Mamo Bey ölür. Hayriye’nin günleri, gözdesi olan Kövenkli Ahmet ile geçmeye başlar. Hayriye, Ahmet’e olan sevgisi yüzünden onunla Kövenk’e bile gider. Ahmet kıskanç, üstelik evli, evlenme çağına gelmiş bir oğlu da var… Hayriye, serbestliğe alışmış, işveli, cilveli, gözü pencerede, aşık arayan cinsten uçarı bir yosmadır. Kövenk bir köy, küçük çevre, dedikodular alabildiğine yükselir. Hayriye, bu küçük muhitte aradığını bulamaz Elazığ’a yerleşir. Aradan yıllar geçer, Kövengli Ahmet oğlunu evlendirmeye karar verir. Hayriye’ye haber göndererek düğüne davet eder. Hayriye gitmek istemez fakat Ahmet’i de göremeden edemez. Bu iç sızı ile:

Kövenk’de bir düğün var
Göbeğimde düğüm var
Beş yüz lira sarfettim
Bilmedim böyle gün var

Diyerek Ahmet’in vefasızlığını dile getirirken, candan sevdiği ona yad olmuş, sevmiş fakat murad alamamıştır. Bu hislerini şöyle dile getirir:

Yar yad oldu yad oldu
Yar yolun Bağdat oldu
Ben sevdim eller aldı
O da bana dert oldu

Ahmet’e olan sevgisi Hayriye’nin gönlünde bir kor gibi yanmaktadır. Ona yaklaşarak bileklerinde ilik düğme olmaya dahi razı olduğunu şu dörtlükle ifade eder:

Kövenk’in illerinde
Çimeydim göllerinde
İlik düğme olaydım
O yarin kollarında

Ahmet, Kinederic Köyü’nden oğluna kız bulur, düğün kurulur. Düğün, kız evinden bütün kalabalığı ve ihtişamıyla dönerken, Hayriye’de gözü yaşlı, içi burkularak gizlendiği yerden düğün alayını seyreder. Düğün alayı Kövenk’e girerken yanık sesli bir delikanlı “eli kulağa” atarak şu mayayı uzun perdeden söylemeye başlar:

Bir kara kaş bir kara göz sende var
Bir ayrılmaz deli gönül bende var
Çok zamandır hasretinle yanarım
Demezsim ki derde derman bende var

İki bülbül figan eder bir güle
Reva mıdır ben alıyam el güle
Düşman eli değmiyecek o güle
Gidem gelem ben gülümü derem yar

Bu maya biter bitmez, Hayriye’yi gizlendiği görerek coşan ve kendinden geçen düğün alayı, silahlarıyla rast gele ateş etmeye başlar. Bu esnada on altı yaşında bir genç kız çeşme başında testisini doldururken, kurşunlardan biri ona isabet eder ve ölümüne sebebiyet verir.

O anda düğün yasa boğulur. Ahmet’in keyfi kaçar. Kızın anası figan ederek iç sızısı ve yanan gönlüyle şöyle ağıt yakar:

Kövenk’in Pınarbaşı
Yavrumun kalem kaşı
Düğün harmana geldi
Durmaz gözümün yaşı

Kövenk yolu bu mudur
Desti dolu su mudur
Gittin ki tez gelesin
Tez geldiğin bu mudur

Olacak ya, düğünü bir uğursuzluk basar. Bu uğursuzluk kimden gelmektedir? Belki de Hayriye’nin ahıdır… Düğün alayı cenaze alayına döner. Bu arada olan geline olmuştur ve gelin kendi bahtından şikayet ederek şöyle der:

Kövenk’in yazıları
Otluyor kuzuları
Ben buraya gelmezdim
Alnımın yazıları

Bütün bu olanları gizlendiği yerden seyreden Hayriye, duygulanır ve kendine has işve ve cilvesiyle şöyle der:

Ahmet ata binsene
Siyah palton giysene
Hayriye’m senden küsmüş
Git gönlünü alsana

Olayın ertesi günü, genç kızın tabutu bütün Kövenk halkının omuzlarında gömülmek üzere mezarlığa götürülürken, kızın anasının ağzından çıkan yanık türkü, korulukların arasından yükselir ama, kimi söylediği bilinmez.

Kaynak: Dr. Naci ONUR

 

Harput’un Ebu Tahir Mahallesi’nde Dabakların Mustafa’sı ile Şehruz Mahallesi’nden Ermeni Nişan’ın kızı Ahçik sevdası bu türküde anlatılıyor. Mustafa ile Ahçik birbirlerini çok seviyorlar. Mustafa evlenmek için konuyu ailesine açıyor. Ailesi ise evlilik olayını, Ahçik’in Ermeni olmasından ötürü rıza göstermiyor. Ahçik’te ailesine evlilik olayından bahseder eder, ama onun da ailesi rıza göstermez. Mustafa evlenebilmek için Ahçik’i kendi dinine yani Müslümanlığa dönmeye çağırmaktadır. Belki kendisi de bu aşk için dinini değiştirmeye razı olabilecektir. Ama kamunun baskısından, kınanmaktan çekinmektedir. Mustafa ile Ahçik, Harput ulemasının ve Ermeni camiasının yoğun baskısından dolayı bir türlü kavuşamazlar. Ahçik yöreyi terk ederken, Mustafa’nın yaşadıkları ise arkadaşı Saçlızade Vehbi tarafından türküleştirilir.

Ahçik Türküsü

Ahçik’i yolladım urum eline
Eser bad-ı sabah zülfün teline
Gel seni götürem İslam içine
Başımı sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik
Vardım kiliseye baktım haçına
Gönlümü bağladım sırma saçına
Gel seni götürem İslam içine
Başımı sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik
Vardım Kiliseye Haç suda döner
Dinimden dönersem el beni kınar
Mustafa bu aşka nice bir yanar
Başımı sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik

Anonim
Yöresi: Harput
Yazan: Harput’un meçhul Bestekârlarından Saçlızade Vehbi (Dabak Mustafa’nın arkadaşı)

 

Hafız olmakla beraber neşesini ve şevkini devam ettiren Nuri, İri Güllü’yü kendisine dost edinmiş olduğu için onun evine kah yalnız, kah arkadaşları ile beraber gider. Onlar çalar Güllü de güzel sesiyle onlara iştirak eder. Hatta oyun da oynadığı olur.

Gençler arasında arkadaş dostuna karşı hususi bir saygı nizamı vardır. Arkadaşının hatırı için hiç kimse onun dostuna hor gözle bakamaz. Herkes ona arkadaşının güya nikahlisiymış gibi hürmet etmeye, dost olan güzel de sevdiği erkeğin arkadaşlarına karşı saygı ve hizmette kusur etmemeğe mecburdur. Hafız Nuri’nin dostu İri Güllü de, Nuri’nin bütün arkadaşlarına saygı da kusur etmez. Nuri’nin arkadaşları o olmadan güllünün kapısını çalmazlar. Nuri ile Güllü’nün görüşmesi ve buluşması uzun sürer. Nihayet Güllü muhitindeki kadınlar nefret etmeye başlar. Yuva kurmak, bir dalda iki kiraz gibi bir yuvada iki kuş olma sevdasına düşer. Nuri de yosma tanınmış olsa bile Güllü’nün halden anlaması, gönül ehlini sayması, bilhassa kendisine karşı candan bağlılığı dolayısıyla buna rıza gösterir. Aşıklar bu karara varınca daha sık buluşmaya başlarlar. Böyle bir evlenmede sevap da vardır. Kötüyü iyi yola çevirmek büyük sevaplardan biridir. Bu kanata varan Nuri, kararını yakın arkadaşlarına söyleyince dost dosta, dost da düşmana söyler, nihayet kendi büyüklerinin kulağına bile bu haber değmiş olur. Babası ve annesi Nuri’yi bu dile düşmüş yosmadan ayırmaya çalışırlar. Fakat Güllü adının çıkmasında kendisinin günahı olmadığını, Nuri’den başka kimseyi sevmediğini, adını yosma çıkaranların kendisini kıskanan Toptop’un yosmaları olduğunu söyleyerek, Nuri’yi kandırır. Fakat ateşin bacayı sarmakta olduğunu bilen anne ve baba, yangını söndürmenin tek çaresini, Nuri’yi temiz süt emmiş bir kızla evlendirmekte bulur ve zaman kaybetmeksizin başgöz ederler. Bu haber İri Güllü’yü yakıp kül eder. Cümle kuş yuva yaptığı halde kendisinin kuş kadar dahi olamadığını düşünerek ağlar, karalar bağlar.

Artık kimsenin tesellisi kar etmez Güllüye, Harput ona zindan olur.

O da Harput’u arkada bırakarak inip Elazığ’a gelir. Ve kadrini bilen başka birisiyle evlenir. Evlenir amma Nuri de bir türlü onu, O’da Nuri’yi unutamaz. Hatta Nuri öldükten sonra bile. Çünkü, bir gün hamamda Hafız Nuri’nin kızlarını görür, tanımazsa da bunlara kanı kaynar. Nuri’nin kızları olduğunu öğrenince gözyaşını saklayamaz, içli içli ağlar.

Meteris Türküsü

Meterisin koyunu
Hoştur yarın oyunu
Gelin gidek ahbaplar
Görek selvi boyunu

Meterisden ineydim
Güllüm gile gideydim
Eğer Güllüm ağlarsa
Göz yaşını sileydim

Uy milli yar uy milli
Yaşasın İri Güllü
Bu türküyü çıkardan
Harputlu Hafız Nuri

Köşkün köşküme karşı
Atma köşküme taşı
İnşallah kavuşuruz
Dosda düşmana karşı

Meteris gedikleri
Şekerdir yedikleri
Beni baştan çıkaran
Toptopun sürtükleri

Uy Nuri saramadım
Ben murad alamadım
Cümle kuş yuva yaptı
Kuş kadar olamadım

Meteris altı bağlar
Kız söyler gelin ağlar
Niye ben ölmüş müyüm
Güllüm karalar bağlar

Yarı çavuş akıyor
Etrafını yıkıyor
Çok da güzel değilsin
Cilven beni yaıyor

Baygın gözlerin oğlan
Çapkın sözlerin oğlan

Köşkün üstü kuş yeri
Kız önüme düş yeri
Baharın günü geçti
Bağlar oldu kış yeri

Serdim yazlık köşkünü
Oldum yarın düşkünü
Yalın ayak baş açık
Peğde kaldım kış günü

Uy Nuri saramadım
Ben murad alamadım
Cümle kuş yuva yaptı
Kuş kadar olamadım.

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

 

Yıl 1905… Mevsim yaz. Elazığ 1. Redif taburu Yemen’e hareket edecek. Kışlanın önü ana-baba günü… Yaşlı, genç, ana, baba, kardeş, bacı… Ebedi ayrılığın hüznü çökmüş gönüllere, gözler yaşlı giden evlada, kardeşe, sevgiliye bakıyor…

Bu türkü kışlaya gidişi anlatır. Türkünün içinde geçen “Huş” ise Yemen’de küçük bir köydür. Türkünün sade bir hikayesi yoktur. Sadece Yemen’e gideni ve dönmeyenleri anlatır. Türkü, büyük sevkıyatın, haftasında, kadınlar tarafından çıkarılmıştır. Elazığ evvela 4. Ordu, sonra da Kolordu merkezi olduğu için, en çok asker, Harput çevresinden gönderilmiş, hatta “redifler” bile sevk edilmiştir. Bu gün de askeri binalardan birine hala “Redif kışlası” denir. Çünkü “Redif Birlikleri” ELAZIĞ da idi. Bu sevkıyat arasında, Kel Feyzi de vardı. Güzel sesiyle uğurlayanları ağlatmıştır. Bir başka kaynağa göre Yemen Türküsü’nün Menaha’da yakıldığı söyleniyor. Menaha, Yemen’in dağlık kesiminde, Hudeyde’yi San’a’ya bağlayan yolun üzerinde o bölgeye göre büyücek bir ilçedir. Tabii Osmanlı’nın orada büyük bir kışlası bulunuyor. Bildiğimize göre, 1904—1905 isyanını bastırmak için Mihrali Bey’in Yemen’e gelişine dair yakılanlar hariç, Yemen’e on tane türkü yakılmıştır. “Havada Bulut Yok” türküsünü San’a’nın seksen kilometre kadar kuzeyinde, Huş’ta yakılmıştır. Geçit vermeyen kayalık dağların ortasındaki bir tepecikte kurulmuş, küçük bir köy olan Huş’un yolu türküde belirtildiği üzere gerçekten yokuştur. Bu gün de yürekleri sızlatır ne zaman çalınıp söylense…

Yemen Türküsü

Havada Bulut Yok, Bu Ne Dumandır ?
Mahlede Ölüm Yok, Bu Ne Şivandır ?
Şu Yemen İlleri Ne De Yamandır.
Ah O Yemendir, Gülü Dikendir,
Giden Gelmiyor, Acep Nedendir ?
Burası Huş’tur, Yolu Yokuştur;
Giden Gelmiyor, Acep İştir ?

Kışlanın Önünde Redif Sesi Var,
Bakın Çantasında Acep Nesi Var ?
Bir Çift Kundurası, Bir De Fesi Var.
Ah O Yemendir…

Kışlanın Önünde Geziyor Kazlar,
Elim, Kolum Ağrır, Yüreğim Sızlar,
Yemen’e Gidene Ağlıyor Kızlar.
Ah O Yemendir…

Kışlanın Önünde Bir Binek Taşı,
Yoklama Yapıyor Bizim Binbaşı,
Sefere Giderler Çavuş, Onbaşı.
Ah O Yemendir…

Makam : Hüseyni
Usul : Curcuna
Kaynak: Anonim

 

Yine bir aşk türküsü… Hanife ile Habib’in hikayesi…

Hanife köyün en neşeli, en güzeli ve en cilveli kızı… Hanife öyle güzel ki, civar köylerin delikanlıları bile Hanife’yi görmek için yollar aşındırıyormuşlar. Hanife daldan dala konuyormuş, bütün delikanlılara nazarlık dağıtıyormuş. Hanife bu cilvesini güzelliğine borçluymuş. Hanife’ye tutkun olanlardan biri de Zaza Habib isminde genç bir delikanlıymış. Habib, mertliği ve cesurluğu ile çevreye nam salmıştı. Uzun boylu oldukça kuvvetli olan bu delikanlı Hanife’ye iyiden iyiye tutulmuştu. Habib ilk olarak Hanife’ye bir mendil göndermiş… Hanife ise mendili almamış. Habib pes etmemiş bu kez de Hanife’nin yolunu keserek, gönlünün kendisinde olduğunu ve kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. Hanife, yine yok demiş… Habib, bu işin gönül rızasıyla olmayacağını anlamış ve Hanife’yi kaçırmış. Hanife’nin akrabaları Habib’in peşine düşer ve uzun uğraşlar sonucu Hanife’yi Habib’in elinden alırlar. Habib’in yoğun ısrarları Hanife’yi değiştirmiştir. Hanife, artık Habib’i düşünmeye başlamıştır. Öyleki, Hanife Habib’in gönderdiği efsunlanmış, okunmuş elmalardan birini dişleyerek geri gönderir. Elmayı alan Habib, Hanife’nin kendisinden vazgeçmediğine sevinir Fakat, Hanife’nin ailesi Habib’ten kurtulmak için Hanife’yi bir başkasına verir. Habib, tam Hanife’nin sevgisini kazanmışken, bir başkasıyla evleneceğini duyarak üzülür. Habib, Hanife’nin kendisiyle oynaştığını düşünür ve Hanife’nin vefasızlığına kanaat getirerek onun bağrına başka bir güzele gönül verir. Bunu duyan Hanife bir yandan üzülür, bir yandan da Habib’in sevdiği kızın kendisinden çirkin olduğu halde onunla sevişmesinden dolayı haline yerinir. İşin gerçeğini bilip öğrenmeden birbirlerine nisbet olsun diye iki aşığın yaptığı bu vefasızca hareketler onları birbirinden ayırır ve bilahare hakikat öğrenilince tarafların üzüntüsünü aksettiren bu türkü yakılır.

Al Alma Türküsü

Al almayı dişledim
Sapını gümüşledim
Kardaş geldi vermedim
Yar geldi bağışladım

Al alma kızılalma
İrafa düzül alma
O yar bize gelende
Cebine süzül alma

Al alma dilim dilim
Gel otur benim gülüm
Ne dedim, neden küstün
Lal olsun arsız dilim

Al almanın dördünü
Sev yiğidin merdini
Seversen bir güzel sev
Çekme çirkin derdini

Al almanın beşini Çevir atın başını
Mendilim sende dursun
Sil gözümün yaşını

Al almayı daldan al
Daldan alma elden al
Duydum gelin olisin
Dur ben ölem elden al

Al alma dört olaydı
Yiyene dert olaydı
Al almanın sahabı
Sözüne mert olaydı

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

 

Bir ağanın kızı, marabasının genç oğlu ile konuşurken görülür. Seven genci, ağası dövdürür, kızı da uzak köylerden birinde oturan bir ağanın oğlu ile nişanlar.

Kız marabasının oğluna haber göndererek akşamleyin evinin samanlığında beklediğini, gelip kendisini kaçırmasını ister. Fakat kaçırmaya cesaret edemeyen oğlan, bu son fırsatı da elden kaçırır. Ertesi gün pişman olarak tekrar kaçırmaya kalkarsa da bu defa da kız küser gitmez. Birkaç gün sonra kızın, diğer ağa oğluna nikay kıyılır, düğünü yapılır ve alır uzak bir köye gelin götürürler. Fakat kız gittiği köye ısınamaz. Gizlice eski sevdiğine tekrar haber gönderir, kendisini gelip orada kaçırmasını ister. Araya kış girdiği için, oğlan baharı beklemek zorunda kalır. Baharda yola çıkan genç, sevdiğinin köyüne vardığı zaman acı bir haberle karşılaşır. Köydeki sevdiği ölmüştür.

Dağlar Türküsü

Dağlar dağımdır benim
Derd ortağımdır benim
Söyletme çok, ağlarım
Yaman çağımdır benim

Dağlar dağladı beni
Gören ağladı beni
Devri dönesi felek
Çapraz bağladı beni

Dağlar taşıma felek
Döner başıma felek
Akibet kuş kondurur
Mezar taşıma felek

Bu dağlar morardı gel
Gül benzim sarardı gel
Akşam oldu gün battı
Samanlık karardı gel

Bu dağları kar aldı
Gül dibini har aldı
Ecele borçlu kaldım
Bir canım var yar aldı

Bu dağlar olmasaydı
Gül benzin solmasaydı
Ölüm Allahın emri
Ayrılık olmasaydı

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Bu türkü, Harput’ta güzelliği dillere destan olan Ermeni kızı kara gözlü Vartanoş’un üzerine yazılmıştır.

Güzelliğe nam salan Vartanoş’a Harput’un gençlerinden fakir bir genç gönlünü kaptırır. Murad ismindeki bu gencin ailesi Vartanoş’u istemiye istemiye ailesinden istemeye gider. Vartanoş’un ailesi fakir olan Murad’a kızı vermemek için yüksek meblağlı başlık parası isterler. Murad’ın ailesi bu başlık parası veremeyeceklerini belirttiler. Aşk acısı çeken Murad, Vartanoş’u kaçırmak için plan yapar. Murad, güpe gündüz bir bahane ile Vartanoş’la buluşur. Vartanoş’u ikna eden Murad, Harput’tan Pertek yolu ile Dersim’e kaçmak için yol koyulurlar. Genç aşıklar Pertek önündeki kaleden geçip dağ yollarını aşarak Kekil Ağa’ya sığınırlar. Genç aşıkların peşinde olanlar aşıkların Kekil Ağa’ya sığındığını haber alırlar. Harput’tan bir haberci Kekil Ağa’ya gönderilerek, gençlerin kendilerine teslim edilmesini isterler. Baskılardan bunalan Kekil Ağa, genç âşıkları ailelerine teslim eder. Murada kadar gelenler, murada ermeden Harput’a geri dönerler. Vakanın duyulması üzerine bir türkü yakılır.

Dersim Türküsü

Dersim dört dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Dersimi Hak saklasın
Bir gülüm bağ içinde
Bu dağın ardı meşe
Gün gide gölge düşe
Evine şivan düşe

Uy Vartanoş Vartanoş
Dersim dağından savuş
Tez gel Harput’a kavuş

Pertek önünde kelek
Dersime gidek gelek
Elin elimde ola
Kapu kapu dilenek
Bu dağın oylumuna
Eğil gözlerin öpem
Geldik yol ayrımına

Uy Vartanoş Vartanoş
Dersim dağından savuş
Tez gel Harput’a kavuş

Kaynak: Anonim

 

Yılı belli değil, herhalde çok eski, Harput’un belli başlı mahallerinden (Hoca Ahmet Asım Efendi konağının bitişiğinde) birisindeyiz. Burada mütevazı bir aile oturuyor. Bir ana bir oğul bir de gelin. Tanrı bu aileye iki de kız çocuğu vermiş. Birinin adı Nesibe diğerinin Pamuk. Doğrusu ikisi de güzel mi güzel. Fakat Nesibe çok şirin ve cazibeliydi.

Bir kış günü baba, satlıcana (zatülcenp) tutularak bir hafta içinde ölüyor. Gel zaman git zaman anaya da bir kısmet çıkarak Yılangeçiren Köyü’ne gelin gidiyor. İhtiyar büyük ana Güllü bacı ise, oğlunun yuvasını bozmadan bu inci gibi torunlarına kanat açarak Harput’ta kalıyor. Kızları büyütüp yetiştirmeye çalışıyor… Kızlar gerçi yetişiyorlar fakat evde ana baba baskısı olmadığından serbest, hoppa ve afacan olarak… Nesibe büyüyüp geliştikçe güzelliği de o nispette artmakta… Boyu.. Posu yerinde… Yüzünün hat güzellikleri kara kaşları, kara gözleriyle müstesna bir Harput güzeli… Onu kim görürse hayran olurmuş. Onun bu güzelliği az zamanda bütün şehre yayılmış, dillere destan olmuş… Bu haliyle beraber, Harput gibi mutaassıp bir muhitte, serbestçe evinin damına çıkıp damdan ve pencereden gelip geçenleri seyretmeye ve kendisini satmaya başlayınca bütün Harput’un dedikodusu Nesibe’nin üzerinde toplanır. Harput’un çölleleri (İstanbul’da külhanbeyi, Diyarbakır’da perhas, ne ise Harput’ta da Çölle aynı anlamdadır.) Hiç dururlar mı? Nesibe’yi bir kerecik olsun görmek için takip ve tecessüsler günden güne çoğalır, tazyikler başlar. Her gece sabahlara kadar pencerelerine, damlarına taş yığdırılmakla rahatsız edilirler. İşte bu hovardaların arasında başka Karaligilin (Kara Ali gil) Mustafa vardır. Elazığ Mebusu Naci beyin küçük kardeşi Mustafa yakışıklı bir gençtir. Aynı zamanda iyi bir ailenin çocuğudur. Fesinin üstüne ince boyalı yazma sarar, mert, cesur, fakat hovardamı hovardadır. Aynı zamanda saz da çalarmış, Nesibe’nin gönlü de Mustafa’dadır. Fakat bunun karşısında Hüseynikli Hamdi Çavuş namında bir belalı vardır. (Jandarma süvarisi ve yağız bir delikanlı) Görevine gidip gelirken Nesibe’yi görür, beğenir ve gönlünü kaptırır. Hamdi Çavuş bir taraftan kızı sıkıştırdığı gibi, bir taraftan da büyük anası Güllü bacıya müracaatla Nesibe’ye talip olur. Hamdi Çavuş hem Nesibe’den hem de büyük anadan yüz bulamayınca tehdit ve müdahalelerini sıklaştırır. Güllü Bacı daha da ihtiyarlamıştır. Bu durumdan biraz olarak Nesibe’yi evinden uzaklaştırmak ve Mustafa Bey’e vermek için Yılangeçiren’de ki anasının yanına gönderir. Nesibe, Mustafa’dan ayrılmak istemez, fakat mecburen ağlaya ağlaya anasının yanına gider. Fakat Hamdi çavuş Nesibe’nin gittiği yeri de öğrenerek oraya da musallat olur. Orada da gerek kız, gerekse de anasından yüz bulamayınca deliye döner ve elindeki martiniyle Nesibe’yi öldürür sonra da atına binip firar eder. Bu acı ve kötü haber Harput’ta yayılınca, Harput’un meçhul şair ve bestecisi (türkü yakıcısı) bu ezgiyi dile getirir.

Duman Almış Türküsü

Duman almış mezarımın üstünü
Kömür gözlüm vah vah acep benden küstü mü
Ahbaplarım benden ümit kestimi

Bağlantı

Konma bülbül konma mezar taşıma
Genç yaşımda (vah vah) neler geldi başıma

Bir taş geldi pencereye tak dedi
Güllü bacı (vah vah) Nesom burda yok dedi
İnanmazsan çıh yuharı bah dedi

Bağlantı

Bir sazın var altı telden bağlama
Ben gidersem kömür gözlüm ağlama
Ölür isem ellere bel bağlama

Bağlantı

Bir yazmam var düre düre eklerim
Ölene dek yar yolunu beklerim
Hiçe gitti şu benim emeklerim

Bağlantı

Duman almış mezarımın üstünü
Kömür gözlüm acep benden küstü mü
Yoktur katillerin dini imanı

Bağlantı

Ufacık taşlarla kala yapılmaz
On atlıyla Hamdi çavuş tutulmaz
Nesibe ölmekle Harput yıkılmaz

Bağlantı

Uzun olur uzun yolun selvisi
Ben bilmezdim benim yarim hangisi
Kara kaşlı kara gözlü kendisi

Kaynak: Anonim

 

Zamanımızdan seksen veya doksan yıl önce Harput’ta Dar Kapısı’nda şirin bir ev vardı. Mutluluk çığlıkları gelen bir ev. Sonbahara doğru, insana hoş gelen esintili bir hava olurdu gece ve gündüz.

Harput kalabalık, cıvıl cıvıl bir şehirdi o zaman, herkesin işi gücü vardı, hanlar, hamamlar, dükkânlar, medreseler, camiler genişti. Dar Kapısı Mahallesi’nde şirin evin onaltı, onyedi yaşlarında oğlu Üneys bir “yosmaya” vurulmuştu. Yüreği yanık, üzerinde Harput yapısı ipekli bir entari ile gündüzleri bağlarda, bahçelerde, soğuk subaşlarında, Buzluk’ta arkadaşlarıyla yer, içer, eğlenir arkasından efkârın en boğucu havasını teneffüs ederdi. Geceleri bir hoş olurdu Abdeyir Mahallesi… Karşı tarafında “Toptop” vardı. Gecenin iliklere kadar işleyen serinliğinde Toptop sazlar türküler ile eğlenirdi. Böyle gelmişti bu böyle giderdi. Harput’un bütün aşıkları ile ehl_i keyf takımı Toptop’ta öbek öbek olur, kendi arkadaşlarıyla, kendi gönüllerince çalar söyler, yer içer eğlenirlerdi. Öyle divanlar ve arada öyle elezber (yüksek hava) söylerlerdi ki, etraf mahalledeki kadınlar ve kızlar gizlice duvar ve pencere arkalarında oturur, bu uzun havaları büyük bir zevkle dinlerlerdi. Üneys de geceleri efkar dağıtmak ve gündüz, yeniden efkarlanmak içinToptop’a gelir, bu alemlere iştirak ederdi. Üneys orta boylu, burnu çehresi üzerinde yukarıdan aşağı doğru biraz uzunca, şakacı, hatırlı, hoşsohbet yiğit bir delikanlıydı. İşte böyle bir sonbahar gününün gecesinde ne olduysa oldu. Üzerinde Harput yapısı ipekli entarisi, belinde sırmalı kuşağı ve bu kuşağın arasında tütün tabakası, ayağında yemenisi yanında bir arkadaşıyla tutkunu olduğu güzel yosma, Fide (Fidan) nın evine vardılar. Çatalkaya’da, Fide kapıyı açmış, gelen aşığı ile arkadaşını içeri almıştı. O gece geç vakitlere kadar gönüllerince eğlendiler. Üneys’in arkadaşı sık sık dışarı çıkıp bahçede ve kapıda sigarasını içiyor, etrafı kolluyor, gelen giden var mı diye dikkatle dinliyor, sonra tekrar tekrar öksüre öksüre içeri giriyor. Pencere açık olduğu için rüzgar arada bir Kayabaşı’nda maya ve uzun hava söyleyen aşıkların seslerini sürükleyip getiriyordu.

“Gül, bülbüle aşık mı nedir zarını bekler
Pervane dahi yanmak için narını bekler
Sevdalı gönül, göz yorarak yarını bekler”

Bu ağır türküyü dinlediler, göz göze bakıştılar. Fide içten içe bir soluk aldı verdi. Sonra aralıklı ve sessiz tebessümlerle kaküllerini geriye atarken, beyaz yüzünde gamzeler meydana geldi. Sürmeli gözlerini çevreleyen siyah ve uzun kirbiklerini kapatıp başını önüne eğdi. Kayabaşı’ndan rüzgar yine bir elezber’i yüksek perdeden getiriyordu.

Murad ağlar murad ağlar
Çay coşmuş Murad ağlar
Kimi muradın almış
Kimi namurad ağlar

Güle damlar güle damlar
Gülsuyu güle damlar
Kim öğretmiş bülbülü
Her seher güle ağlar

Vakit gemiş, sohbetler, söyleşmeler, koklaşmalar bitmişti, gitme zamanı gelmişti, gözler mahmurlaşmıştı.

Bu arada boğazı kuruyan Üneys, Fide’sinden bir bardak su istedi.Fide öyle bir sıçrayışta yerinden kalktı ki sevinçten uçuyordu. Aşığının yanan gönlüne bir bardak soğuk su serpecek ve yeniden alevlenmesini sağlayacaktı. Su geldi, Üneys kana kana içti. İçerken de karşısında elinde tabakla bekleyen fidan boylu Fide’nin gözlerinin içine bakıyordu. Fide çok mutluydu. Bu ara, aşığının hoşuna hoşuna gider düşüncesiyle bardağın dibinde kalan üç dört damla suyu da Üneys’in yüzüne serpti. Arkadaşının yanında bunun bir “töreye uymazlık” olabileceğini hiç düşünmemişti. Neyse kalktılar, kapıyı dikkatle kapayıp ağır adımlarla yürüdüler . Üneys, Fide’nin kapı aralığından onların ardı sıra mahmur gözlerle bakmakta olduğunu gördü. Fakat yolda, arkadaşı tutturdu: – “Üneys, senin bu yosmayı gözüm tutmadı! Senin yüzüne o suyu neden serpti ki? Ayıp değil mi, benim yanımda böyle yapılır mı? Doğrusu anlayamadım, başka güller de mi kokluyor sakın? Seni çocuk yerine mi koyuyor yoksa? Tam yosma! Yosmaların da yosması imiş ha…” diyor ve dik dik Üneys’e bakıyordu. Üneys’in başından kaynar sular dökülmeye başlamıştı sanki, terledi, gözleri karardı. Arkadaşına hak veriyor fakat sesini çıkarmıyor, yavaş yavaş yürüyor ve arkadaşının bundan sonraki konuşmalarını artık duyamıyordu.

Üneys arkadaşına bir işi oyduğunu, bir yere uğraması gerektiğini söyleyerek ondan ayrıldı. Hiddetle dönüp Fide’nin evine vardı. Kapıyı vurdu. Fide kapıyı aralar aralamaz kuşağından çıkardığını bıçağını zavallı Fide’nin kalbine iki defa sapladı. Güzel Fidoş (Fidan) şimdi kanlar içinde yatıyordu. Üneys doğruca çeşmeye koştu, bıçağını yıkadı eve geldi. Entarisini çıkarıp yatağının altına koydu ve yattı.

Bir saat sonra zaptiye kapının tokmağını vurdu. Dar kapısındaki evin ışıkları yandı, zaptiye kanlı entariyi bulunca, Üneys’i “dam altına” attılar. Dam altındaki (nezarethane) pencereden yine bir türkü getiriyordu rüzgar… Yine Kayabaşı’ndan geliyordu bu ses, hoş ve yakıcı Sonbahar gecesinin serinliğinde türkü bu sefer de Fide ile Üneys’in aşkını terennüm etmekte idi.

Fide Türküsü

Çatal kaya alınmaz
Dibi taştır delinmez
Fide’nin al yanağı
Al almada bulunmaz

Ah Fidan yar Fidan yar
Beni koyup giden yar
Evvel böyle değildin
Seni bir öğreten var

Eşen’e söyleyeydin
Kapıyı kösliyeydin
Üneys size gelende
Yolunu gözliyeydin

Eşen’nen yoktur aram
Kime gidem yalvaram
Üneys gözün kör olsun
Sol memededir yaram

Kayabaşı yarıldı
Düştüm şevem kırıldı
Gidin Üneys’e deyin
Akdı kanım duruldu

Kapıyı araladın
Bahtımı karaladın
Üneys gözün kör olsun
Bağrımdan yaraladın

Toptop’ta gezer atlı
Çarşafı kanlı katlı
Fideme türkü çıkmış
Söyleyin dertli dertli

Toptop’un taşına bak
Gözümün yaşına bak
Üneys beni ösgersen
Çık Kayabaşı’na bak

Aman Fide can cana
Bade doldur fincana
Otur içek yan yana

(Son üç mısra her dörtlükten sonra nakarat olarak tekrar edilir)

Kaynak: Yrd. Doç. Dr. M. Naci ONUR

Hikâyemiz bir yasak aşk ve onun doğurduğu meçhul bir cinayet…

1898 yılında yaşanan bu aşk hikayesinde, Harput’un tanınmış ailelerinden Korukoğulları’ndan Şevki Bey’in Hafize Hanım ile yani HAFO ile yaşamış olduğu yasak aşkı anlatılıyor. Harput… Müziği ve eğlenceli yaşamı ile tanınıyor. Hemen her akşam Kürsübaşlarının yapıldığı Harput’ta, yine bir sonbahar mevsimi…

Kürsübaşılarının müptelası olan Korukoğulları’ndan Şevki Bey, yakışıklığı ve yanık sesi ile gecelerin vazgeçilmez isimleri arasında yer alıyor. Kürsübaşlarının müdavimi olan Şevki Bey, evli ve çocukları olmasına rağmen çapkınlığı ile de tanınıyordu. Hızlı bir yaşamı olan Şevki Bey, gayet güzel, kibar, neşeli bir kadın olan Hafize Hanım ile yada namı değer Hafo’yla gizli bir aşk aşıyordu. Öyle ki Şevki Bey, Harput Kayabaşında, oturdukları evin arka tarafında, annesinden ve eşinden gizli olarak Hafo’ya bir ev bile kiralamıştı. Şevki Beyin bir de on iki yaşlarında Tevfik isminde bir oğlu var. Şevki Bey’in Hafo ile yaşadığı gizli aşkı Tevfik ile evin hizmetçisi olan Ali isimli çocuk biliyordu. Tevfik ile Ali zaman zaman Hafo’nun yanına giderek, onunla sohbet ediyorlardı. Hafo Tevfik’i oğlu gibi seviyordu. Öyle ki Şevki Bey, Tevfik’i mektebe göndermek istememiş ama Hafo’nun zorlamaları ile göndermişti. Bir yıl boyunca yaşanan Şevki Bey, Hafo ve Tevfik ilişkisi, yavaş yavaş aile içerisinde de bilinmeye ve Harput’ta konuşulmaya başlanmıştı. Şevki Bey’in annesi ve eşiyle arasında bir gerginlik yaşanmasına rağmen, Şevki Bey’in sağlamış olduğu otorite sonucunda konu fazla gündeme gelmemişti. Bir Ramazan ayı akşamı Şevki Bey Teravih Namazı’nda iken, Tevfik ve Hizmetçi Ali sohbet etmek üzere Hafo’nun evine giderler. Tevfik ile Hafo arasında bir de parola vardır. Tevfik kapıyı döver ve parolayı söyler. Ama bu kez parolanın karşıtını alamayan Tevfik birkaç kez daha kapıyı çalmaya devam eder. Cevap veren yoktu. Durumdan iyice şüphelenen Tevfik, içeriden gelen yanık kokusuyla daha da şüphelenmişti. Hizmetçi Ali, Tevfik’ten daha boylu boslu ve kuvvetli olduğu için kapıyı omuzlamaya başladı. Birkaç omuz vurması sonunda kapı açıldı. İki genç eve girdikten sonra bir duman tabakasıyla karşılaştılar. Tevfik koşarak bir üst kata Hafo’nun odasına çıktı. Tevfik’i odada hüzünlü bir manzara bekliyordu. Hafize Hanım kürsü başında cansız bir şekilde yatıyordu. Olayın şokunu üzerlerinden atan Tevfik ve Ali, ilk yaptıkları inceleme sonrası Hafize Hanım’ın boğularak öldürüldüğü, etrafın dağınık olması ve kürsüdeki ateşlerin yere düşmesinden ötürü Hafo’nun katil ile bir süre boğuştuğunu anladılar. Yere düşen ateş parçalarını söndüren gençler, dışarı çıkarak bağırmaya başladılar. O sırada Teravih namazından çıkan mahalle sakinleri Hafo’nun evine gelmeye başladılar. Mahalle halkı bu olayı Şevki Bey’e duyurdu. Olay yerine gelen Şevki Bey gördüğü manzara karşısında dona kalmıştı. Hadise, Harput’ta hemen her tarafa yayılmaya başlamıştı. Ertesi gün Hafo’nun cenazesi kaldırıldı. Harput’ta dedikodular başlamıştı. Olaydan altı ay geçmişti. Adli tatbikat sonucu katil veya katiller yakalanamamıştı. Dedikodular daha da büyümüştü. Hafo’nun Şevki’nin anası ve karısı tarafından boğulduğu rivayeti uzun süre konuşuldu. Öldüğü gün hamama gittiği öğrenilen Hafo’nun burada Şevki Bey’in annesi ve karısıyla karşılaştığı ama birbirleriyle konuşmadıkları biliniyor. Rivayete göre hamam sonrası Şevki Beyin annesi ve karısı Hafo’yu evine kadar takip etmişler ve eve girerek büyük bir tartışma içerisine girmişler. Ve bu tartışmanın cinayetle sonuçlandığı söylentileri Harput’a yayılmaya başlamıştı. Hafo’yu çok seven ve onun ölümü ile yıkılan Şevki Bey, altı ay boyunca odasından çıkmayarak, aç susuz ağlayıp durdu. İşte bu acılı günlerinde Şevki Bey, Hafo’nun türküsünü dile getirdi. Hafo’nun evi kaya başında Alaleylam… Oyalı yazma yandı başında Vay beni Şevki’nin aklı yoktur başında Aleylam… Şevki Bey’in arkadaşları, artık yasın bitmesi gerektiğini düşünerek, Şevki Bey’i eğlendirmek için evinden ve odasından çıkardılar. Şevki Bey’le birlikte Tevfik’te gitmişti. Arkadaşları, Şevki Bey’i eğlendirmek için ellerinden gelen her şeyleri yapıyorlardı. Kederini bir türlü içinden atamayan Şevki Bey, elini kulağa atarak, ilk kez bir camia önünde Hafo’nun türküsünü söyledi. Şevki Bey bir yandan türküyü söylerken, bir yandan da ağlıyordu. Bu manzara karşısında Şevki Bey’in arkadaşları da ağlıyordu. O akşam büyük bir beğeni toplayan türkü, ertesi gün bütün halkın ağzındaydı. Artık Harputlular bu türküyü söylüyordu.

Hafonun Evi Kayabaşında

Hafo’nun evi kaya başında Alaleylam…
Oyalı yazma yandı başında Vay beni
Şevki’nin aklı yoktur başında Aleylam…

Dağlar daldadır, gözüm yoldadır Vay beni
Senin o gözün adam aldatır Vay beni

Hamamdan çıkmış gider yoluna Aleylam…
Şeveler takmış pamuk koluna Vay beni
Mevlam sabır ver Şevki kuluna Aleylam…

Dağlar daldadır, gözüm yoldadır Vay beni
Senin o gözün adam aldatır Vay beni

Kaynak: Harput Yolları-Nurettin Ardıçoğlu

Makam: Hüseyni-Harput

Harput’ta eğlenceyi seven herkesin bahçesinin bir köşesine havuz başı yapması bir peri köşkü kurmak kadar büyük bir varlık sayılır.

Bu mahrumiyet, seven ve sevileni daha çok bir birine bağlar. Gizliden gizliye örülen gönül bağını, haftada bir yapılan eğlenclerde ki türkü sesleri saz nağmeleri yarın bahçesine kadar girer. Evvela bakış görüş, sonra çiçek atış ve çiçek verişte başlayan dostluk daha sonra mektuplaşmaya kadar varır.

Kızın hem okuması hem yazması kendisini seven erkek için de büyük bir nimettir.

Gece çıktım ayaza
Sarıldım bir beyaza
Öyle bir yar sevem ki
Hem okuya hem yaza

<p justify;"="" style="margin: 0px 0px 20px; padding: 0px; border: 0px; outline: 0px; font-size: 13px; vertical-align: baseline; background-color: rgb(242, 242, 242); color: rgb(0, 0, 0); font-family: 'Helvetica Neue', Arial, 'Liberation Sans', FreeSans, sans-serif; line-height: 13px; text-align: justify;">Ne ise bu gizli sevişme ne kadar devam ederse etsin, bir gün duyulur mutlak. Çünkü sevgi duman gbi muhakkak etrafa yayılır. Ateş düştüğü yeri yakar, ateş düşen yerden de muhakkak duman çıkar. Bu gizli buluşmalar ve görüşmeler, kız ve oğlanın ailesi tarafından duyulur. Baba, komşu hatırı diye oğlunun yolunu keser, anne kızına küser.
Fakat bütün tedbirlere rağmen seven gencin sevilen kızla buluştukları, konuştukları dedikodusu etrafa yayılınca yaman bir rüzgar eser. Kız kafes arkasında saklı kalır. Oğlan dost bağına bakamaz olur.
Ailesi zengin olduğu için kızın talibi çoktur. Nitekim bir gün bir münasibi ister, dedikodu dallanmasın diye hemen isteyene verirler. Oğlanda sevdiğinden umudunu keser, bağrına taş basar.

Havuzbaşı Türküsü

Havuz başının gülleri
Şak şak öter bülbülleri
O yarin dudu dilleri

Havuz başında yatmalı
Yorganı baştan atmalı
O yarı sarıp yatmalı

Allah yar gele, tez gele
Ümid var gele, tez gele

Havuz başında gül açar
Kokusun etrafa saçar
Benim yarim benden kaçar

Havuz başında yar sandım
Yarın sesine uyandım
Kalktım boynuna dolandım

Allah yar gele, tez gele
Ümid var gele, tez gele

Havuz başında var bir testi
Ne yaman bir rüzgar esti
O yar benden ümid kesti

Havuz başında yatmadım
Yorganı yere atmadım
O yarı sarıp yatmadım

Allah yar gele, tez gele
Ümid var gele, tez gele

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Seferberlikten bir hayli evvel Şakire’nin Nebahat diye oldukça güzel ve cilveli bir kızı varmış. Nebahat, mahallenin bütün gençlerin yüreğini yakmıştır.
Gençler Nebahat’ın peşinden koşarken, Nebahat’ta başka bir mahalleden olan bir başka delikanlıyı sevmektedir. Mahalle gençleri bu olaydan haberdar ama, bir türlü Nebahat’ın sevdiği genci bulamamaktadır.
Nebahat’ın evinin önünde nöbetler tutulmakta, ama genci yakalayamazlar.
Günün birinde mahalleden genç bir delikanlı geçmektedir. Genç tam Nebahat’ın evinin önünden geçerken bahçede bulunan Karadutu görür ve iştahı çeker. Şakire Hanım’dan izin isteyen genç bahçeden bir miktar karadut alır.
Karadutu yiye yiye mahalleden geçen genç, mahallenin gençleri tarafından fark edilir. Gençler, aradıkları gencin bu genç olduğuna kanaat getirirler ve genci Nebahat’ın bahçesine gizli girdiği bahanesiyle döverler.
Garip genç bir daha ne o mahalleden ne de Nebahat’ın evinin önünden geçer.
Mahallenin gençleri işi daha da büyütürler, Nebahat’ın da mahalleyi terk etmesini isterler.
Bu olaydan sonra bu türkü yakılır.

Karadut Türküsü

Karadut parmak gibi
Kız yüzün kaymak gibi
Beni senden ayıran
Çürüsün yaprak gibi

Karadutun dalını
Eritirler balını
Ben bir garip oğluyum
Almayın vebalımı

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Harput ve Elazığ sevda türküleri yoğrulmuştur… Türkülerde aşk, sevda, ihanet ve gurbet vardır.
İşte, “MAMOŞ” da ihaneti ve ihanetin cezasını anlatan türkülerimizden biridir.
Hikayemiz, Elazığ’ın Mustafa Paşa Mahallesi’nde oturan Bekir Hoca ile genç ve güzel karısını anlatmaktadır.
Bekir Hoca Harput’ta namusu ve iyiliğiyle tanınan yumuşak başlı temiz bir insandır. Karısı ise gençliğin verdiği tecrübesizlikle evli olduğu halde komşularından, soylu bir aileden olan genç, yakışıklı Mamoş (Memet) ile ilişki kuracak kadar toydur daha.
Mamoş’la Bekir Hoca’nın karısı arasındaki sevgi gittikçe alevlenir. Çevre sakinleri de bu yasak ilişkiyi sezmeye başlamıştır. Fakat sevdalılar buna rağmen her şeyden habersizdirler. Fırsat buldukça buluşur, konuşur, sevişirler.
Bu yasak aşk ve ihaneti Bekir Hoca da sonunda öğrenir. Mahalle sakinlerinin bakışları ve çevrede söylenen dedikodular Bekir Hoca’yı canından bezdirmiştir. Sıkıntılı günler yaşayan Bekir Hoca, bunun neye varacağını hesaplamaktadır.
Bekir Hoca, bir gün karısına Harput’a gideceğini ve akşam dönmeyeceğini söyler. Bu fırsattan yararlanan genç kadın Mamoş’u eve davet eder, yerler, içerler, eğlenirler. Bekir Hoca ise Harput’a gitmeyecektir. Karanlık bastırınca eve gelir, sessizce kendi anahtarıyla kapıyı açar, sevdalıların bulundukları odaya gelir. İçerden onların eğlenceli çığlıklarını duyan Bekir Hoca, titremeye başlar. Bağırmamak için dudaklarını ısıran Bekir Hoca, sinirden titreyen eliyle tabancasını çekerek odaya girer. Büyük bir hışımla içeri giren Bekir Hoca, ani bir hareketle tabancasını ateşler, Mamoş’u kalbinden, karısını da ağzından vurarak öldürür.
Olduğu yere yığılan Bekir Hoca’nın gözlerinde bir iki damla yere düşer. Namusunu temizlemenin rahatlığına eren Bekir Hoca, bir yandan da iki cana kıymanın azabını çekmektedir. Uzun bir süre odadan çıkmayan Bekir Hoca, olayın şokunu üzerinden attıktan sonra zabıtaya teslim olur. Adil bir heyetin eve gelip olayı yerinde incelemelerinden sonra, duruşma sonunda Bekir Hoca beraat eder.
İçli olan bu türkünün hikayesinde de böylece büyük bir ders yatmaktadır.

Pencere’den bir taş geldi,
Ben sandım ki Mamoş geldi.
Uyan Mamoş, uyan uyan,
Başımıza ne iş geldi.

Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.

Penceresi yeşil yaprak,
Mamoş giyer kara kapak.
Kör olasın Bekir hoca,
Yatağımız kara toprak.

Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.

Pencere’nin önü çardak,
Rakı içtik bardak bardak.
Körolasın Bekir hoca
Koymadın ki murat alak.

Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.

Evlerinin ardı kavak,
Yağmur yağar ufak ufak.
Kör olasın Bekir hoca,
Ağzımdaki kurşuna bak.

Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.

Dışkapıyı araladın,
Ah bahtımı karaladın.
Kör olasın Bekir hoca,
Mamoş’uda yaraladın.

Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.

Mamoş paltonu tutayım mı?
Hayrın için satayım mı?
Mezarında boş yer var mı?
Ben’de gidip yatayım mı?

Eyvah Mamoş, eyvah Mamoş
Tabib getir imdada koş.

Kaynak : Fikret Memişoğlu -Makam : Hüseyni

Zengin bir ailenin iki kızı varmış. Çarşaf içinde, kafes ardında fakat, yalnız gezemezler. Arkalarında hizmetçileri dolaşır. Kise ile konuşamazlar, dedikodu edilir. Evlenmek için talipleri çıkar, ana baba denk değil diye vermezler.

Genç bir eczacı, iki bacıdan küçüğünü nasılda görmüş beğenmiş. Erkek güzel bir delikanlı. Fakat o zaman Türklerden kimse eczalık yapmadığı için bu meslek hor görülmektedir. Hem bu genç eczacının sevdiği kız, büyüğü değil küçüğüdür. Büyük dururken küçüğünü istemek adete töreye uymaz. İstense bile veren nerde görülür? Anlaşılıyor ki bu derdin çaresi yok. Ama, seven gönüller de muhakkak, birleşmek kararındadır. Seven de sevilen de derdin çaresine koyulurlar. Günler geçer, ayrılık uzar. Bu uzun ayrılık genç kızı hasta eder. Doktorların reçetesi tesir etmez. Halk kızın derdine ince dert kara sevda der. Doktorlar geçer diyey aldırış etmezler ama, kızın hastalığı gün geçtikçe artar. Seven genç de ilaç doktorlardan kendisine tardı etmelerini ister. Nihayet doktorlar, hasta sahibine ilacın eczacı tarafından saatinde içirilmesini tavsiye ederler. Doktorların tavsiyesi, tutulursa da bir erkeğin kadını yatakta görmesi olacak şey değil. Eczacının gelişi haber verilince, küçük kız hasta yatağından kalkar sedirde melül mazun oturur. İlaç getireni bekler. Bu odanın asıl sahibi odur diye.. Gelince de yüzünü ondan çevirerek verdiği ilacı içer. Gelen eczacı malül mahzun oturan hastasının haline üzülür kalbini ferah tut. Çok sürmez, geçer diye teselli eder gider. Diğer bir gün eczacı yine, hastasına ilaç vererek teselli edip gider. Kız ses vermediği için karşılıklı konuşamazlar. Ancak, gizli bakışlarla konuşur ve fırsat el verirse bir birlerine birer pusula verirler. Bu pusulalarda neler yazılı değildir ki, kız derdini döker eczacıya verir, eczacı ilacını ezer kıza verir. Eczacı gün aşırı gelip gittikçe kızın derdi azalmaz belki artar amma, hayatından memnun olduğu da hissedilir. Soranlara günden güne iyiliğe yüz tuttuğunu söyler. Dördüncü beşinci gelişte kızcağız, iyileşmiş görülerek, eczacının hizmetine karşı dua etmekle kalmaz. Odasında döğdüğü kahveden pişirip ikram eder. Fakat nedense kızcağız tamamen şifa bulmadan, dayısı artık bu eczacının eve gelip gitmemesini ister. Eczacının ayağı yerden kesilir. Ayrılık, sevenleri unutturmaz, bilakis gönül yarasını azdırır. Bir gün kızcağızın dayısı da rahmete kavuşur. Ölüm Allah’ın emri diye bu acı da unutulur. Fakat ayrılık acısı hala devam etmektedir. Nihayet araya adamlar konulur. Kızın evlenmesine annesi ve diğer büyükleri, rıza gösterir mi göztermez mi, pek bilinmez ama genç kız ablasını da alarak eczacı ile birlikte İstanbul’a doğru giderler. Bu gidiş, Elaziz de uzun bir mecaranın devamı sanarak söylenip durmakla kalmaz türküsü bile yakılır.

Odasına Vardım

Odasına vardım odası malül
Kergefin üstüne iğnesi olur
Elbet bu odanın sahibi gelir

Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
O yardan ayrıldım kime gideyim

Odasına vardım namaza durmuş
Yüzünün şulesi etrafa vurmuş
Sandım ki karşımda bir aydır doğmuş

Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
O yardan ayrıldım kime gideyim

Odasına vardım ipekli minder
Gel otur sevgilim yüzünü dönder
Her ne derdin varsa yaz bana gönder

Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
O yardan ayrıldım kime gideyim

Odasına vardım olur mu böyle
Ellerim koynumda merhamet eyle
Her ne derdin varsa gel bana söyle

Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
O yardan ayrıldım kime gideyim

Odasına vardım olur mu böyle
Dibeğe vurdukça oynar göbeği
O yar gelin ola ben de güveği

Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
O yardan ayrıldım kime gideyim

Odasına vardım kahve pişirir
Kınalı parmaklar fincan döşürür
O yarın gözleri beni şaşırır

Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
O yardan ayrıldım kime gideyim

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Hekim lakabı ile anılan Emoş, Hakkı adında bir terziye gönlünü kaptırmıştı. Emoş ile Hakkı sık sık gizlice buluşuyorlar. Emoş, Hakkı’ya paraları harcar, ellerinden entariler yapar gömlekler diker.

Öte yandan zengin bir aileye mensub olan Aliye de Emoş’u kıskanmakta ve Emoş ile arası da iyi değildir. Aliye, Emoşun Hakkı ile yaşadığı aşk öğrenir ve onların mutlu olmasını istemez. Aliye, kadınlar arasında Emoş ile Hakkı arasındaki aşktan bahsederek, haklarında dedikodu çıkarır. Bu dedikodular karşısında Emoş, Aliye’nin Hakkı’yla ilişki kurmasından şüphelenerek, bu kez O, Aliye hakkında dedikodu çıkarır. Emoş’un çıkardığı dedikodular Aliye’nin kocası Mahmud Beyin kulağına kadar gider. Dedikodulara kanan Mahmud Bey, suçsuz yere Aliye’yi boşamak zorunda kalır. Aliye’yi boşayan Mahmud, bir daha evlenmemek üzere yemin eder. Emoş ile Hakkı’nın ilişkisi devam ederken, kocası tarafından boşanan Aliye ise bulunduğu yeri terk etmek zorunda kalır. Bu hiyake sonrası bu türkü de yakılır.

Saray Yolu

Saray yolu incedir
Ne karanlık gecedir
Yastık kurbanın olam
Yar yatışı nicedir

Saray yolunda çırpız
Sevdiğim gökte yıldız
Geçti güzel kervanı
Kimi gelin kimi kız

Saraya inmedin mi
Yokuşu dönmedin mi
Hekim’in kesesinden
Elmedin giymedin mi

Saraya indim iniş
Ceblerim dolu gümüş
Altın gümüş istemem
Hakkı tez gelsin demiş

Sarayın can eriği
Hakkı çiğner hıriği
Böyle yavan kemiği

Saray yolu düz gider
Seslendim ses vermedi
O yar küsmüş tez gider.

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Harput’ta Telgraf Müdürü olan Hüseynikli Akif, 1880’li yıllarda yaşadığı bilinmektedir. Oldukça yakışıklı olan Akif Bey, evli olmayıp ablası Ati Hanım ile birlikte yaşıyor. Akif Bey, evli olmayan ablası Ati Hanım’ın tek kalmaması için evlenmediği söyleniliyor. Gecelerin vazgeçilmez ismi olan Akif Bey, sesinin yanıklığı ile de tanınıyor. Meşk gecelerinin başköşesini işgal ediyor.

Saray yolundan her sabah Harput’a çıkan Akif Bey’in yolunu gözleyen genç kızlar olurmuş. Bu kızlar zaman zaman Akif Bey’e cilve yapsalar da, Akif Bey onları görmemezlikten gelir. Bir rivayete göre Akif Bey’in bir kızı sevdiği, ama ne kendi ailesi ne de kızın akrabaları bunu kabullenmedikleri söylenir. Bu yüzden Akif Bey, gönül gözünü maneviyata çevirdiği söylenir. Akif’in ölümü hep şüpheyle karşılanmıştır. Bir rivayete göre zehirlendiği, bir rivayete göre de Saray yolundan Harput’a çıkarken kalbinin sıkışması sonucu vefat ettiği söylenmektedir. Genç yaşta ölen Akif için meçhul bestekar bu türküyü yakmıştır.

Telgrafcı Akif

Bir tel vurdum Yemende kardaşıma
Çabuk gelsin diye cenazemin başına
Suçum varsa yazın mezar taşıma

Yazık oldu benim şu genç yaşıma
Şu genç yaşta neler geldi başıma

Telgrafın direkleri sayılmaz
Nazlı yarim baygın düşmüş ayılmaz
Bu genç yaşta düşman olsa kıyılmaz

Yazık oldu benim şu genç yaşıma
Şu genç yaşta neler geldi başıma

Yüksek olur telgrafın direği
Yanık olur anaların yüreği
Yar sevenin kabul olmaz dileği

Yazık oldu benim şu genç yaşıma
Şu genç yaşta neler geldi başıma

Hüseyniğin altı serin bahçeler
Başıma toplandı hacı hocalar
Tabutum kaldırsın gençler kocalar

Yazık oldu benim şu genç yaşıma
Şu genç yaşta neler geldi başıma

Hüseynikten çıktım şeher yoluna
İnsafsızlar pusu kurmuş yoluma
Can ağrısı etti koluma

Yazık oldu benim şu genç yaşıma
Şu genç yaşta neler geldi başıma

Kaynak: Sedat Çağlayan

Bu oyun, Elazığ’ın Harput Bucağından derlenmiştir. Oyun “Mumlu Dans” namıyla dünyaca tanınmaktadır. ”Çayda Çıra” oyunu hakkında çeşitli efsaneler vardır. Ancak, bunlar dilden dile dolaşan çeşitli halk masallarına benzemekte ve diğer şehirlerimizde anlatılan efsanelerin bir varyantı ya da değişikliğe uğramış bir şekli olarak anlatılmaktadır.

Efsaneye göre Hazar Gölü kenarında bir köyde birbirini seven iki genç, gizlice buluşmaktadırlar. Erkeğin buluşma yerine gidebilmesi için gölü yüzerek geçmesi gerekmektedir. Buluşma gece olduğundan, kız çıra (Dındik) yakarak gence yerini belli etmektedir. Genç ise, ışığa doğru yüzmekte ve böylece sevgililer buluşmaktadır. Bu durumu sezen kızın babası, buluşmanın yapılacağı bir gün erkeğin yüzerek gölün ortalarına geldiği sıralarda çırayı söndürür ve genç sevgilinin gölde boğulmasına sebep olur. Bunu fark eden kız da kendini suya atar, o da kaybolur. Bunun üzerine bütün köylü toplanarak ellerindeki “Çıra”larla iki sevgiliyi aramaya başlarlar. Efsaneye göre, bu olay üzerine ağıtlar yakılmış, türküler söylenmiş ve çıra ile arama olayı oyunlaşarak günümüze kadar gelmiştir. Bir diğer öykü ise; Altınova’da yapılan görkemli bir düğünde geleneksel bir biçimde çay kenarında kurulan düğün meydanında çıralar yakılmış, Somat’lar kurulmuş ve düğün bütün coşkusuyla devam etmektedir. Bu sırada ay tutulunca, evlenen gencin annesi olan Pembe HAN tabaklara çıralar, mumlar diktirip gençlerin ellerine vermiş ve önde kendisi olmak üzere yürüyerek düğün meydanına, görkemli bir biçimde girmişlerdir. Bu buluşun mükemmelliği karşısında aşka gelen “Zurnacı Başı”, ellerindeki tabaklarla ortalığı bir anda gündüze çeviren, bu kalabalığı karşılayarak, gelenlerin ayak hareketlerine uygun bir müzik çalar. Kendisine eşlik eden kırk davul kırk zurna ile ortalık inlemeye başlar, böylece “Çayda Çıra” oyununun melodisi ortaya çıkmış olur. Bu olay gelenek halini almış ve çayda çıra oyunu günümüze kadar oynanıla gelmiştir. Çayda Çıra oyunu sürekli olarak kendi melodisi ile oynanır. Ancak oyunun başlangıcında “Şirvan” ya da “Gelin Ağlatma Havası” denilen bir melodi çalınır. Bu oyunun melodisi ile başka bir oyun oynanmadığı gibi, bu oyun başka bir melodi ile de oynanmamaktadır. Oyun 10/8 lik usulde, “Şirvan” makamındadır. Orta çabuklukta bir oyun olan çayda çıra, en az dört-beş kişi ile yürütülür. Arka arkaya dizilerek bazen tek dizi, bazen de daire şeklinde oynanmaktadır. Halay sınıfından çok, dini bir raksa benzemektedir. Taklitli bir oyun olmayan “Çayda Çıra”, usul itibariyle başladığı gibi bitmekte ve usulde bir değişiklik olmamaktadır. Hem açık, hem de kapalı yerlerde oynanır. Güvey ya da gelin misâfir önüne çıkarılırken ve de “güvey gezdirmesi” geleneği yerine getirilirken oynanır. Tüm oyunlarda başta oynayana kolbaşı, sonda oynayana sonbaşı ya da poçik denir. Sadece halay oyununda “Halaybaşı” ve “Halaysonu” adları kullanılır. Oyunun aracı çift tabak ve içerisindeki üçer mumdan ibarettir. Oyun yürütülürken “Heey, Teey, Tey” diye nara atılır. Elazığ’ın yörelerinde delikanlıya “Gakkoş” adı verilir. Oyun düğünlerde, dini ve milli bayramlarda oynanır.

Çayda Çıra  Türküsü

Çayda çıra yanıyor, Yanar çayda çıralar,
Yanıp yanıp sönüyor, Kızlar oyun sıralar.
Yavaş yürü usul bas, Gelin hanım gelirse,
Engeller uyanıyor. Defçi toplar paralar.
Çayda çıra yanıyor, Çayda çıra yanıyor,
Ay tutulmuş sanıyor, Humar göz uyanıyor.
Yavaş oyna güzelim, Fitil çifte yara bir,
Herkes seni tanıyor. Yürek mi dayanıyor.
Çayda çıra yakarım, Çayda çıra yüz çıra,
Yar yoluna bakarım, Yanıyor sıra sıra.
Bir yüz görümlüğüne, Yarim keklik ben şahin,
Beşibirlik takarım. Giderim ardı sıra .

Hikayemiz yine Harput’tan, ama bu kez bir sevda masalı değil… Bu kez çocuğu olmayan bir annenin hikayesi…

Uzun yıllar önce Harput’ta yaşayan İsmail Ağa varmış… İsmail Ağa, adını sanını devam ettirecek bir çocuğu olmadığı için hep mutsuz ve sinirli imiş… Hayattan zevk alamayan İsmail Ağa’nın yüzü hiç gülmezmiş… İsmail Ağa’nın yüzü 40’ından sonra gülmüş. Yüce Yaratan İsmail Ağa’ya, nur topu gibi bir erkek evlat vermiş…

Ve, İsmail Ağa 40’ından sonra farklı bir kimliğe bürünmüş… İsmi Hasan olan bebek, yıllar boyu el üstünde büyütülmüş…

Yıllar yılları kovalamış ve Hasan’ın evlilik çağı gelmiş… İsmail Ağa, Harput ve yöresine haber salarak, oğluna en güzel kızı aratmış… Ve birkaç gün içerisinde saçları beline varan, bir ay parçası kadar güzel olan Zülfüye’yi bulmuşlar…

Düğünler dernekler kurulmuş, tam üç gün üç gece düğün yapılmış…Aradan yıllar geçmiş, Hasan ile Zülfüye’nin çocukları olmamış. Bu durum karşısında İsmail Ağa ikinci kez umutsuzluğa kapılmış. Yine umutsuzluğa kapılan İsmail Ağa, suratı asık bir şekilde gezmiş.

Dertli İsmail Ağa, derdini kimseye açamıyor ve oğlunu tekrar evlendirmek istiyor. Fakat saçları beline kadar uzanan Zülfüye gelinini de çok seviyor…Onu üzmek istemiyor.

Zamanın birinde İsmail Ağa, bahçede çalışan işçileri sohbet anında yakalar. İşçilerin sohbet etmesine kızan İsmail Ağa, “Size bir soru soracağım. Bilirseniz sizi cezalandırmayacağım” der. İsmail Ağa, işçilere türkülü bir şekilde sorusunu sorar:

Bele bağlar bele bağlar, yar saçını bele bağlar
Gül açmaz bülbül konsun, yıkılsın bele bağlar

İşçiler bu türkülü sorunun cevabını düşüne dururken, bu esnada kaynatasına yemek getiren Zülfüye gelin, çalılar arkasında bu türküyü duyar…Ve, bunun kendisine söylendiği anlayarak, kocasının yanına gider. Durumu kocasına anlatır ve türkülü soruya cevap vermek için müsaade ister. Kocasında müsaade alır ve tekrar bulunduğu çalının yanına giderek, soruya yine türkülü cevap verir:

Bele bağlar bele bağlar, yar saçını bele bağlar
Gül açmış bülbül konmaz, yıkılsın bele bağlar

Bunu duyan İsmail Ağa, büyük bir hayal kırıklığına ve üzüntüye kapılıyor. Gelinine karşı hata yaptığını anlayan İsmail Ağa, oturduğu gölge yerden kalkarak, tarlanın ortasına güneşin altına oturur. Ve, şu mısrayı okur:

Güne düştüm güne düştüm, gölgeden güne düştüm
Felek çarkın kırıla, dediğin güne düştüm…

Kaynak: Azmi OZAN

Türkülerin halayların nasıl doğduğunu anlatan hikayelerden birisi. Bir aşk hikayesi. Yaralı, bereli, hüzünlü, acılı, buruk bir aşk hikayesi. Sonu acıyla biten bir hikaye. Türk filmi gibi bir hikaye..
Hikayemiz bir ceviz ağacının dibinde başlıyor. Yanık sesli İsmail, elinde sazı, bir cevizin dibinde türküler söyleyip duruyor. İsmail köyün çobanı. İşi zor. Yazın bahçelerde de, kış geldi mi asıl işi başlar. İsmail’in babası baş eke. Sonbaharın yarısı dedin mi bir iş güç alır İsmail’in ailesinin başını. Başlar asıl koşuşturma. Köy gezilecek, kom gezilecek. Mallar alınacak, büyükbaşı da, küçükbaşı da ayrı ayrı toplanacak. Ben deyim bin, siz deyin iki bin davar toplanacak. Mezra’ya çıkarılacak. Bütün kış bakılacak. Sütü, yağı çıkacak. Herkesin payı ayrılacak. Hepsi İsmail’in ailesinin ellerinden öper.
Bahar geldi mi yavaş yavaş paylar dağılır. İsmail’in işi azalır. Alır sazını gider cevizin dibine. Başlar türkü söyleyip saz çalmaya. En güzel uzun havalar İsmail’de, en güzel oyun havaları İsmail’de, en güzel halaylar İsmail’de.
“İyi de çalar köftehor…” der babası. Arkadaşlarının düğününde İsmail çalmıştır hep. Aslında köyün çoğunun düğününde çalmıştır da. Bazen civar köylerden bile gelir çağırırlar İsmail’i. Gider çalar. Fakirse para pul almaz düğün sahibinden. İnsanlar mutlu olsun ister, sevsin ister, sevenler kavuşsun ister. Kendi de sever. Köyün güzellerindendir İpek Kız. İpek gibidir teni, bembeyazdır elleri, akça pakça bir dünya güzeli. Ailesinin tek kızıdır İpek Kız. Herkes üstüne titrer. İsmail’i ta çocukluğundan tanır. Bütün köy aşkları gibi çeşme başında ilk sohbet yapılmış; çanaktan, atının üzerindeki İsmail’e su verilmiş, İsmail su içerken bakışılmış ve yüreklerde yangın başlamış işte. Deli gibi severler birbirlerini. Bir gün göremeseler yürekleri yanar hasretle. Evlenecekler sonunda, köylü de bilir bunu. İpek Kız’ın babası da sever İsmail’i evladı gibi, razıdır bu evliliğe. Ama anası yok mu, o cadı anası. Boynu altında kalası, bedenine top değesi. İster ki kızı zengin birine varsın da havası olsun köyde. Neyse işte, sonuçta babanın sözü geçer de Allah’tan evde sevenler kavuşacak gibi görünür hikayemizde.
Ama hiç de öyle sanıldığı gibi olmaz. Hayat yine acıdır. Gösterir gerçeğini yine. Nasıl mı?
Efendim, bizim İpek Kız’ın babası bir gün çeker İsmail’i bir köşeye “Evlat..” der, “…vakit geldi git artık askere, bak ben de yaşlandım. Git dön yapalım İpek kızımla düğününüzü, üç günlük ömrüm kaldı, göreyim torunlarımı da öyle göçeyim bu diyardan…”
İçinde yıldırımlar, şimşekler çakar İsmail Oğlan’ın. Öper müstakbel kayın babasının ellerinden gözleri yaşlı. Gider kendi anasına babasına anlatır olanları. Babası rıza verir. İsmail ilk celpte gider askere, vatani görevine.
Mektuplar yazılır, şiirler yazılır. İsmail’e saz bulur başçavuş. İsmail türküler yakar İpek Kız!a. İki kere izne gelir yirmi dört ayda. Görür İpek Kız’ı rahatlar. Kayınbabası uğurlar her seferinde “Yüreğin rahat olsun evladım. Sizi evermeden ölmem.” der.
Der de tutamaz sözünü. Teskereye altı ay kala İpek Kız’ın babası Hakkın rahmetine kavuşur. Cadaloz anası hemen oyunlarına başlar. İpek Kız’ı Reşit Ağa’nın oğluna yamamaya kalkar. İpek Kız ağlar sızlar. Bir de mektup yazarlar başçavuşun ağzından, şehit oldu İsmail diye. İpek kız erir biter. Düşünemez olur. Bakışları donuklaşır. Beklentisi falan kalmaz hayattan. Bu arada anası da lafı yayar ortasına köyün. İpek Kız severmiş de güya Reşit Ağa’nın oğlunu babasına korkusundan demezmiş şimdiye kadar. Gün falan belirlenir. Dernek düğün edilecek. Hiç düşünmezler İsmail’in öğreneceğini. İsmail köydeki kan kardeşinden öğrenir olayları. İnanmaz okuduklarına. Tam düğün günü gelir elinde sazıyla. Çıkar meydana. Başlar çalmaya.

“Büyük Cevizin Dibi (Nanay Gülüm Nana Yar)
Ne Gezersin El Gibi (Nanay Kibarım Nanay)
Sallan Da Gel Yanıma (Nanay Gülüm Nana Yar)
Helalca Malım Gibi (Nanay Kibarım Nanay)

Büyük Ceviz Yarıldı (Nanay Gülüm Nana Yar)
Annen Bana Darıldı (Nanay Kibarım Nanay)
Darılırsa Darılsın (Nanay Gülüm Nana Yar)
El Oğludur (Kızıdır) Sarıldı (Nanay Kibarım Nanay)

Ceviz Meyvasın Güzel (Nanay Gülüm Nana Yar)
Güz Gelir Döker Gazel (Nanay Kibarım Nanay)
Beni Sevmez Demişler (Nanay Gülüm Nana Yar)
Seni Severim Ezel (Nanay Kibarım Nanay)”

İpek Kız inanamaz gözlerine. Koşar gelir İsmail’inin yanına. Sarılırlar birbirlerine. Bir daha da ayrılmazlar ömür boyunca.
Bir ömür ayrılmadılar dedim ama, ne kadar sürdü ömürleri? Kaçtıkları evden, ki İsmail’in babasının mezradaki damından, gelip Reşit Ağa’nın adamları, kaldırıp ikisini de dağa; en yüksek uçurumun kenarında vurdular ikisini de. İkisinin cansız bedeni bile yan yana düştü.

Güzel sesli genç bir müezzin ezan okurken, sesini duyup aziz Allah diyenlerin hepsini görür. Fakat hiçbir kimseye ve hiçbir eve kötü nazarla baktığı duyulmaz Camii komşusu olan bir evin 12-13 yaşlarında küçük kızı da müezzinin sesinden zevk almalı ki, camiye gelip gittikçe “Amca ezan okuyacak mısın?” diye sorar, o da “Evet kızım. Ezan okumaya geldim” diyerek kızcağızı okşayıp geçer.

Fakat bir sene sonra 14-15 yaşlarına gelen küçük kızcağız, birden bire serpilerek büyür. Yanakları pembeleşmeye başlar. Artık müezzinin yolunda da görünmez olur. Ezan okunurken arada sırada evinin yüksek ayvanına çıktığı, fakat ezan bittikten sonra hemen içeriye girdiği görülür. Uzaktan uzağa bu görünüş bekar müezzinin kalbinde gizli bir yaraya içli bir sevgiye kalp olur. Ancak evvel küçük iken kimsenin sahip çıkmadığı bu güzele büyüdükten sonra sahip çıkanlar ve istemeye gelenler olduğu duyulur. Fakat onu almak, ilk önce onu sevenin hakkı değil mi? Bu zengin aile kızın seven müezzin de kendisi almak için ağız aratırsa da herkes bu talebe güler. Bir müezzinin zengin bir efendi kızına talip olması deliliktir diye. Sevdiğine kavuşamamak ümitsizliğine düşen müezzin bir türlü hislerini yenemez. Bilhassa sevdiğinin başka birine nişanlandığını duyunca, delirmişçesine üzülür, kına gecesinden evvel ne lazımsa onu yapmaya, sevdiğinin de kendisini isteyeceğini zanneder onu kaçırmaya karar verir. Fakat bir türlü de imkan bulamaz. Alan razı veren razı olduğu için, her şey hazırlanır, düğün günü gelir çatar. Akşam ezanını okurken düğün evinin şenliğini gören müezzin, bir cenaze cemaati görmüş gibi irkilir. Nihayet kına gecesi, yatsı ezanını okuduktan sonra, güveyi evinde sazlar çalınıp oyunlar oynanırken, kendisi de sevdiğini kendisine vermeyene karşı bir oyun oymaya ve kızın yüksek ayvanına çıkıp onu kaçırmaya aklına koyar. Gerçekten düğün evine giren çıkan çok olursa da, arayıp soran da pek olmaz. Sevdiğini ebediyen elinden kaçırmak üzere olan genç müezzin, yatsı ezanını okuduktan sonra düğün kargaşalığından faydalanarak, gizlice kız evinin ayvanına çıkar. Ellerine kına yakılan sevgilisini kaçırmaya hazırlanır. Fakat ayvanda ayak sesi duyan ve gölge görenler telaşlanır. Bağırıp çağırmaya başlarlar. Hemen erkeklere de haber verilir. Nasipsiz genç sevgilisini kaçırmak şöyle dursun eve dolan erkeklerin eline düşmemek ve tanınmamak için kendisini yüksek ayvanlardan atar. Arkası sıra koşup yakalamak isterlerse de, gelmeyin vururum diye gelenleri korkutarak kaçıp kurtulur. Ertesi gün sevilen kız, nikahlısının evine gönderilirken, sevenin de derdine yanmak için bir türkü yakılır.

Yüksek Ayvanlar Türküsü

Yüksek ayvanlarda yatmış uyumuş
Ela gözlerini uyku bürümüş
Ezel küçücüktü şimdi büyümüş

Ellerin benimle ne kavgası var
Gül ile bülbülün har davası var

Yüksek ayvanlarda kandiller yanar
Kandilin üstüne bülbüller konar
Herkes sevdiğine böyle mi yanar

Ellerin benimle ne kavgası var
Gül ile bülbülün har davası var

Yüksek ayvanlardan attım kendimi
Çok aradım bulamadım dengimi
Kırmızı güllerden almış rengini

Ellerin benimle ne kavgası var
Gül ile bülbülün har davası var

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Harput’un Göllübağ semtinde oturan Gülüş, Paşa torunu Nusret isminde bir gençle gizlice buluşmaya ve görüşmeye başlar.

Evvela pencereden pencereye işaretle başlayan görüşme, sonra kuytu yollar ve yeşil dallar içinde yüz yüze, diz dize devam eder. Duyulmasın diye buluşma yerleri de her gün değişir. Bir gün bu bağda, diğer gün obür bağda… Yine bir gün Gülüş ile Nusret sözleşir ve karanlık çökünce buluşurlar. Gecenin sessizliği içinde yaprak hışıltısı bile duyulduğundan, buluştukları yerin köpekleri ulumaya başlar. Aşık çiftin buluştukları semtte bahçesi olan Osman, köpeklerin sesi üzerine dışarı çıkarak etrafı araştırır. Nusret bu gecenin, kendisini kolluyyan bir düşman olduğunu sanarak, “Yaklaşma vururum” diye seslenir. Aşıklardan habersiz olan Osman, hırsız yakalayacağım diye sesin geldiği tarafa doğru koşar. Sesten dolayı korkuya kapılan Nusret, sevdiğini ele vermemek için Osman’a doğru ateş eder. Nusret’in silah sesini ve Osman’ın iniltilerini duyan bahçedekiler hepsi dışarı dökülür. Osman yaralanmıştır. Nusret ile Gülüş korkuya kapılarak, ayrı taraflara koşmaya başlarlar.Gülüş ayışığında bir dereye, Nusret ise ayrı bir dereye sapar. Fakat ikisi de yakalanır. Kadınlar Gülüş’ü ayvalı bağda bir ağaca, erkeklerde Nusret’i cevizli derede diğer bir ağaca bağlarlar. Bir şey yapmazlarsa da, kötüye örnek olmasın diye, yalnız yaş çubuklarla döver ve sabaha kadar ağaçlara bağlı olarak bırakırlar. Ertesi gün bu hadise Harput’ta da duyulur. Halkın diline düşer. Yüz senelik bir hatıra olan bu güne türkü yakılır.

Ayvalı Bağ Türküsü

Bu dere başdan başa ayvalı bağ
Ayvalar sararıyor dön geri bak
Ellerin yarı (da) bile vah bize vah

Ne yaman öğretmişler şu bülbülü
Her seher gelir sorar gonca gülü

Bu dere başdan başa cevizli bağ
Cevizler şık şık eder dön geri bak
Ellerin yarı bile vah bize vah

Ne yaman öğretmişler şu bülbülü
Her seher gelir arar gonca gülü

Bu dere başdan başa nar ağacı
Eğildim bir nar aldım o da acı
Ellerin yarı bile can ilacı

Ne yaman öğretmişler şu bülbülü
Her seher gelir sorar gonca gülü

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Fatma adında bir kızcığazı, sevdiğinden başkasına vermişler amma zorla gelin olan Fatma sokakta sevdiğini gördükçe çarşaftan kol atarak kendisini sevdalısına tanıtır. Sık sık başı açık dama çıkarak dostuna el eder. Komşular tarafından gözden kaçmıyan Fatmanın bu hali dedikodu edilerek dillere düşer.

Sevdiği, Fatma’ya haber göndererek “Eğer gönlün yine bende ise, dama çıkacağına çarşafını ay yola çık” der. Fatma bir Kurban Bayramı günü, bayramlık elbiselerini giyerek süslenir bezenir, sevdiği ile haberleşir ve geceleyin evden kaçıp dostu ile beraber karanlıklara karışırlar. Arkasından giden atlılar, kaçanların izini tozunu dahil bulamazlar. Gittikleri yoldan eli boş dönerler. Fatma dağlar aşıp kaçarken arkasından çıkarılan türkü de dillere destan olur.

Fatma Türküsü

Dama kurdum çatmayı
Çağır gele Fatmayı
Fatma nerden alışmış
Çarşaftan kol atmayı

Dama çıkma başı açık
Her gören olur aşık
Eğer gönlün bendeyse
Çarşafın al yola çık

Dama çıkma görürler
Boyunca gül verirler
Bu komşular haindir
Bizi dile verirler

Damda bastuh olur mu
Dizde yastık olur mu
Sevip sevip almadın
Böyle dostluk olur mu

Dam başında duran kız
Bayram geldi donan kız
Bayram kurbansız olmaz
Canım sana kurban kız

Dama çıkmış el eder
Küpeler gel gel eder
Çözmüş saçın bağını
Zülfünü tel tel eder

Damda güzel dolanır
Testide su bulanır
İnce bel, beyaz gerdan
Buna can’mı dayanır
Dama çıkmış bir tane
Saçları tane tane
Yarıma kurban olsun
Ev başına bir tane

Dama çıkmış bir güzel
Damın etrafın gezer
Elinde bir teste gül
Kendi, gülünden güzel

Dama çıkmış bir gelin
Kemere vermiş elin
Hey beni kınayanlar
Görün imana gelin.

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Harput’un tanınmış ailelerinden birinin kızına Hakkı adında bir genç talip olur. Fakat nedense bu talep hoş karşılanmaz. Hakkı da sevmişim alacağım, kim ne derse desin, diyerek israr eder. Dedikodusu yayılan bu hadise, şeklini ve mahiyetini değiştirerek bir namus meselesi olur.

Dedikodulardan bunalan kızın babası, Palu’daki eniştesine haber göndererek, Hakkı’nın kızının peşinden ayrılması için bir-iki adam ister. Palu’dan gelen adamlar birkaç gün Hakkı’yı takibe alırlar. Zamanını kollayan adamların amacı Hakkı’nın gözünü korkutmak ve kızın peşini bırakmasıdır. Bir bayram günü… Bayramlık kıyafetlerini giymiş olan Hakkı gezip tozarken, takipte olan adamlar onu pusuya düşürürler. Sıkı bir kavga sonrası Hakkı dövülerek, öldürülür. Hakkı, sevgilisi için yaptırdığı büyük konak da oturamamıştı…

Hakkı Türküsü

Bir konak yaptırdım yüceden yüce
İçinde yatmadım üç gün üç gece
Kurbanlar keseydim göçtüğüm gece

Ben vuruldum kardaş yine sen sağ ol

Şu Tahirin evi, kat kat üstüne
Hakkıyı sardılar kurban postuna
Bayram günü düşman geldi kastına

Ben vuruldum kardaş yine sen sağ ol

Yine Agah liverini bağlıyor
Kürt Hayri’ye kenli kenli ağlıyor
Hakkı ölmüş her canın dağlıyor
Ben vuruldum kardaş yine sen sağ ol

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Elazığ tahrirat kaleminde küçük bir memur olan Mehmet ismindeki gencin Fikri adındaki bir kabadayı tarafından öldürülmesi üzerine yakılan bu türkünün hikayesi de şöyledir: Anadolu’nun birçok yerlerinde, sosyal hayatın bir zorlaması olarak ortaya çıkan dost tutma olayı vardır. Halkın hoş karşılamaması ve geleneklere aykırı düşmesi yüzünden gayri meşru aşk çevrede hoş karşılanmaz. Ö dönemin hovardaları, halkın aşırı taassubuna rağmen yine de bir çözüm getirdiğine inanıldığından özel evlerde yaşayan kadınlardan dost tutarlarmış. Tutarlarmış diyoruz, bugün artık bu gibi olaylar olmamakta, ayrıca türkümüzün konusu olan olay da bundan 60-70 sene evvel geçmektedir.

Bu dost evlerinden birisi de Sara adındaki bir kadına aitti. Sara’nın evinde bulunan ve güzelliği, çekiciliği, kıvraklığıyla gençleri baştan çıkarmada usta olan Zinnete isimli kadın ile Katip Mehmet arasında da işte böyle bir ilişki vardır. Zinnete, bu özellikleriyle bir çok gencin kanına girmiş, bir çok yuvanın yıkılmasına sebep olmuş bir dilber, Mehmet ise genç ve yakışıklıdır. Olay akşamı Katip yine Sara’nın evine gider. Öte yandan yine bu eve gelen Fikri isminde genç bir kabadayı da bulunur. Fikri de Zinnete’ye tutulmuştur. Fikri, kabadayılığına güvenerek Zinnete’ye sahip çıkmakta ve Zinnete’nin hiçbir erkekle görülmemesini istememektedir. Katip Mehmet’in gittiği akşam Fikri de Sara’nın evine gelir. Fikri her akşam olduğu gibi bu akşamda arkadaşları ile birlikte gelir. Uzun bir süre kapıyı çalan Fikri, kapının açılmaması karşısında kafası bozularak arkadaşları ile birlikte kapıyı kırarak içeri girerler. Evden içeri giren Fikri, odaların birinde Katip Mehmet ile Zinnete’yi birlikte görür. Fikri belinde taşıdığı hançeri çektiği gibi Katip’e saplar. Katip oracıkta ölür. Fikri ve arkadaşları hapse atılır, belli süre sonunda çıkarlar. Çıktığının ertesi günü gece karanlığında yüksek bir köprüden düşen Fikri, boynu altında kalarak ölür. Bu acıklı olay üzerine de bu ağıt yakılmıştır.

Katip Türküsü

Mezireden çıktım ağrıyor başım
Dumdum kurşunuyla serildi naşım
Buna sebep olan arap kardaşım
Di değme de değme yaram derindir
Yaram sağalırsa mevlam kerimdir
Mezireden çıktım yıldız ışılar
Katibi vurmuşlar kanı fışılar
İmdada gelmiyor hayın komşular

Bağlantı

Saranın evleri Toptop’a bakar
Katibi vurmuşlar al kanlar akar
Bir mahle katibin yoluna bakar

Bağlantı

Atımı bağladım ben bir dikene
Tükettin ömrümü ömrün tükene
Benden selam olsun “kefen diken”e

Bağlantı

Toptop’un önünde perteğin yolu
Fikri bey geliyor liveri dolu
Katibi vuran da İbiş’in oğlu

Bağlantı

Anam yoğurdumu ayran eylesin
Çıkıp yücelerden seyran eylesin
Yoluma bakmasın, hicran eylesin

Bağlantı

Sabahleyin kalktım çantama baktım
Melul mahzun alıp atıma taktım
Anama uymadım bağırımı yaktım

Bağlantı

Kaynak : Anonim

16 veya 17 yaşlarında olan İbrahim adında toy bir genç ile Kavriye adında aile hasımlarından birinin kızını sever. Bu sevişmenin kaste makrun olduğu zannedilerek dedikodusu yapılır.

Kavriyenin akrabalarının kulağına giden bu dedikodu bir namus meselesi yapılarak (Kırk Kuyular) mevkiinde seven gencin yolu beklenir. Yolun sağında ve solundaki taş kovuklarından atılan kurşunlarla öldürülen İbrahim uzvu kesilip eline verilir. Başına da çiçek takılır. Öldürülen gencin masum olduğu ve yakışıklı bulunduğu düşünülerek üzüntüsünü duyanlar, ölümünü müteakip aşağıdaki türküyü çıkarırlar.

Kırık Kuyular Türküsü

Karmı yağmış kırk kuyunun başına
Bu yıl girdim henüz onbeş yaşına
Bu genç yaşta neler geldi başıma

Küçük yaşdan bir yar sevdim sarmadım
Sürmelimin sefasını sürmedim

Bizim dağdan çıktım başım selamet
Kırk kuyuya geldim koptu kıyamet
Anam bacım olsun size emanet

Küçük yaşdan bir yar sevdim sarmadım
Sürmelimin sefasını sürmedim

Gide gide kundurama kum doldu
Yaram derin içerime kan doldu
Poriklerim kaş üstünde bend oldu

Küçük yaşdan bir yar sevdim sarmadım
Sürmelimin sefasını sürmedim

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Toptop’a giden yolun solundaki bir evde oturan bir kırık yosma adı üzerinde aşkı bir eğlence bilir. Kendisini seven birine değil ikisine birden yüz verirmiş.

Sevenler ikidir, fakat sevilen birdir. Bir gönülde iki sevda olamaz ama iki gönülde bir sevda olur. Kırılıp dökülerek suya gidip gelen bu kırık yosma bir gün birine başka bir gün diğerine gülümser. Fakat onu takip edenler bu iki yüzlülüğün farkına varırlar. İki aşık, dert ortağı odluları için sevgililerinin kendilerine yaptığını bildiklerinden işlerini birbirine açarlar. Bir günde gam dağıtmak için kuray suyunun başına gidip oturur içerler. Arkadaş arkadaş içip eğlenirlerken bu tek sevgiliyi paylaşmaya koyulurlar. O der “Sen vazgeç” öteki “Sen vazeç” der. Bu konuşma dilleşmeye nihayet dövüşmeye kadar varır. İçilen de şişede durduğu gibi durmaz. Dert ortağı olan iki dost, birbirine düşman kesilir. İçkinin tesiriyle birbirlerine acı sözler sarfeder nihayet işi hançer bıçağa havale ederler. Bu kavgada biri diğerini sırtından vurarak öldürür. Başınde eğlendikleri Kurey suyu kana boyanır. Gençlerden katip denilen birisi ahirete diğeri de hapishaneye gider. Kırık yosma da üzerine çıkarılan türkü ile kalır.

Kurey Suyu Türküsü

Kurey suyu yan gider
Açma yarem kan gider
Buna tabib neylesin
Ecel gelmiş can gider

Bu su buradan akmasın
Huni bağrım yakmasın
Gidin yarime deyin
O bakışı bakmasın

Su koydum su tasına
Gül koydum ortasına
Beni yardan ayıran
Çıkmasın haftasına

Su gelir yudum yudum
Gel otur benim dudum
Dünyayı güzel alsa
Tek sendedir umudum

Su gelir bendi bilir
Güzeldir kendi bilir
Ben onun kölesiyim
Satarsa kendi bilir

Su gelir bulanarak
Kureyi dolanarak
Buna can mı dayanır
Yar geçti salınarak

Su gelir mıldır mıldır
Sözü söylüyen dildir
Bir sen söyle bir de ben
Kim dertli kim değildir

Su gelir taş dibinden
İçeydim köpüğünden
Candan seven geçer mi
Ölse de sevdiğinden

Sular akar derine
Vuruldum ben diline
Testi kulpun kırıla
Yorulmuş yarın kolu

Suyun altı çiçekler
Toya gider melekler
Sevdim murad almadım
Boşa gitti emekler

Kaynak: Av. Fikret Memişoğlu – Harput Halk Bilgileri

Bu türkü, 19 Şubat 1968 tarihinde Elazığ Yemeniciler Çarsısında bir gece bekçisi tarafından gizlice arkasından vurularak öldürülen Elazığlı kabadayı Zülküf Kar için çıkarılmıştır. Zülküf Kar 1934 yılında Elazığ’ın Yığıki (Aksaray) mahallesinde doğmuştur. Bir evin bir tek oğludur. Okuryazar olacak kadar okumuştur. Babası İslam Bey, Erzurum’dan gelmiş ve Elazığ’a yerleşmiş bir PTT memurudur. Çocukluğundan itibaren pervasız ve korkusuz, fakat mert ve dürüst bir yapısı vardır. En ufak bir kavgada onunla baş etmek mümkün olmaz. Daha kendisi gençliğe adım atarken babası ve annesi aralıklarla vefat eder. İri yapılı ve kuvvetli bir genç haline gelince, Elazığ’ın bazı eğlence mekanlarına takılmaya başlar. Elazığ gazinolarında eğlenmek için arkadaşları ile beraber olduğu zamanlar yaşanan bazı kavgalarda cesareti ve mertliği ile kendisini gösterir ve kısa zamanda kabadayı olarak tanınır. Takım elbise giyen yakışıklı bir delikanlıdır.

Daha on sekiz yaş civarında iken uzun boylu, kıvırcık saçlı 100 kg ağırlığında güçlü kuvvetli yakışıklı bir yapısıyla kabadayı olarak tanınmaya başlar.Zaman içerisinde Elazığ’ın eğlence aleminde bir çevresi olur. Sorunu olanlara kendi usulü ile yardım eder. Bunun karşılığında da eğlence dünyasının bazı yetkilileri bazen isteyerek bazen de istemeyerek kendisini maddi olarak beslemeye başlarlar. Bir zaman sonra Ankara’da ve bazı diğer illerde de eğlence sektörünün bazı alanlarına gider ve oralarda da arkadaşlar edinir. (Karslı kabadayı Küret Cemali en samimi arkadaşlarından biriymiş. Ara sıra Ankara’da ve Elazığ’da buluşurlarmış.) Artık belli çevrelerden bir nevi haraç alabilen, bazı eğlence yerlerine direkt olarak hükmedebilen ve epeyce maddi olanaklara kavuşan bir kişi olur. Mahallesinde ve yörede fakir ve ihtiyaç sahiplerine maddi yardımlarda bulunur.Odunu kömürü olmayanların kışlık yakacaklarını alır. Benzeri konularda bir yardımsever olarak birçok kişinin yardımına koşar ve bu yönüyle garibanlar ve aç sahipleri tarafından sevilir ve taktir edilir. Kabadayıdır ama kesinlikle çok dürüst, güvenilir ve namuslu bir insandır. Bir keresinde Ankara’da bir gazinoda eğlenirken çıkan kavgada iki kişi ölür ve kendisi de on beş yerinden yaralanır. Fakat tedavi olduktan sonra iyileşir ve tekrar Elazığ’a döner. Bu arada Elazığ’ın eski Gölcük Sinemasının karşısında Keban Taksi adında bir taksi durağı açarak onu çalıştırmaya başlar. Beş sene civarında bu taksi durağını işletir. (Bilindiği gibi o zamanın taksileri hep İmpala, Chevrolet gibi taksiler idi). Yığıki’nin bahçelerinde bazen klarnetçi Mevlüt Canaydın ve benzeri bazı mahalli müzisyenlerle sofralar kurup meşkler de yaparlarmış. 0 yıllarda taksi az olduğu için mahalleler ve köyler arasında ulaşım için daha çok fayton kullanılırmış. Durumu iyi olanların genelde tanıdığı ve güvendiği bir faytoncusu varmış. Faytoncu Hilmi’de Zülküf’ün faytoncusu imiş. Bir gün Yığıki de bir bahçede eğlenirken faytoncusunu bir şey almak için çarşıya göndermek ister. Faytoncu Hilmi itiraz edince kızar ve palaskasından tutarak onu oradaki ağacın dalına asar. Tanıyanlar gücü ve kuvvetinden bahsederken bu hadiseyi örnek gösterirler. Genellikle tek başına gezermiş. Mecbur kalmadıkça silah taşımaz ve kullanmazmış. Gazino aleminde ve eğlence sektöründe yaşadığı olaylarda çok karşı karşıya gelmiş olacak ki, zabıta ile arası pek iyi değilmiş. Ağa, bey ve devlet yöneticileri ile herhangi bir samimiyet kurarak işlerini yürütme yoluna pek girmezmiş. 1968 yılına geldiğinde Erzurum’dan akrabaları olan bir bayanla nişanlanmış. Aynı yıl şubat ayının ondokuzunda Elazığ Demir Gazinosunda eğlenirken birilerinin sataşması üzerine kavgaya karışmış. (Bu sataşmanın kendisinden rahatsız olan o zamanın Elazığ’ın bazı çevrelerinin kuryeleri tarafından kasıtlı olarak çıkartıldığı söylenmektedir). Gece saat 02.00 civarında asayiş yetkilileri kendisini sorgulamak istemiş. Fakat cesur ve gözü pek Zülküf’e fazla yaklaşmamışlar. Zülküf ise üzerinde silah olduğu için gazinoyu terk edip Elazığ Yemeniciler çarşısına doğru uzaklaşmaya başlamış. Yerde çok kar ve buz varmış. Bir ara ayağı bir buz parçasına takılınca kayıp düşmüş. Arkasından yetişen gece bekçisi Ali Koç, gizlice arkadan beynine ateş ederek öldürmüş. (Bu bekçi ise, Zülküf’ün o kış yakacağını alarak yardım ettiği bekçiymiş). Dürüst, namuslu, güvenilir ve başkasının malına ve mülküne tecavüz etmeyen ve fakir ve muhtaçları kollayan Zülküf’ün, bu şekilde nişanlıyken arkasından habersizce beynine sıkılan bir kurşunla daha 34 yasında iken öldürülmesi, kısa zamanda Elazığ’ın her yanında üzüntüye sebep olmuş. Bir nevi Elazığ ayağa kalkmış. Cenazesi Yığıki yeni mezarlığına kaldırılırken binlerce insan eşlik etmiş. (Fakat ailesinden pek kimse yokmuş. Zaten iki kız kardeşi çok önceleri (1950′lerde) Bursa’ya yerleşmiş. Elazığ’da halen sadece dayısı oğulları vardır. İşte bu acıklı son nedeniyle meçhul bestekarlar Zülküf’e ağıtlar yakmaya başlamış. Bu ağıt daha sonra sevilen mahalli sanatçı Sıtkı Demirci tarafından, 1969 yılında bir Elazığ ezgisi olarak plağa okunmuş. Plağın çıkmasından sonra ezgi çok yayılmış ve o günden sonra defalarca kayıtlara ve bantlara geçecek şekilde mahalli sanatçılarca okunmuştur. Halen de Elazığ mahalli sanatçılarının repertuarlarında yer bulan ve seslendirilen bir ezgi olmaya devam etmektedir.

Zülküf (İnişte Yokuşta)

İnişte yokuşta ata binmezdim
Zülküf’üm kurşuna boyun eğmezdim
Yanımdan değseydi belki de ölmezdim

Nedem anam nedem kaderim böyle
Beynimden vuruldum gel otur ağla

Yiğıki bağlarının meyvesi değdi
Zülküf bir kurşuna boynunu eğdi
Atılan kurşunlar Zülküf’e değdi

Nedem anam nedem kaderim böyle
Beynimden vuruldum gel otur ağla

Kaynak: Anonim

Türkümüzün öyküsü Maden İlçesi’nde cereyan etmiştir, Palulu bir müezzin, caminin karşısındaki evde bulunan bir kadına aşık olur. Her sabah minareye çıktığı vakit, karşıdaki kadına hitaben, ezan okur şekilde, söz atarak kadınla anlaşır. Kadın da hocaya türkü ile cevap vermeğe başlar, ve böylece bir müddet geçer. Nihayet bir gece hoca, yatsı namazından sonra sevgilisine kavuşur. Bu türküde hocanın ezan şeklinde kadına hitabı, her ne kadar hakiki ise; kadının cevabı, halk tarafından bu hadise üzerine çıkarılmış bir mukabeledir.

Hoca-(Ezan ile): Sana elma gönderdim aldın mı?
Kadın- Elma, alma almamışım;
Vallahi billahi yememişim
Ben ellere dememişim

Nakarat
Hocam nenni nenni…
Gülüm nenni nenni…
Senin sevdiğin hocam ben mi?

Hoca- (Ezan ile):Ben, Keloğlanı bulur kafasını kırarım.
Kadın- İlişmeyin Keloğlana!
Sırrımız verir meydana;
Ben ağlarım yana yana…
Nakarat

Hoca-(Ezan ile): Ne vakit geleyim sizin eve?
Kadın- Penceresi sıra sıra;
Yatsı namazından sonra,
Eller uyuduktan sonra
Nakarat

Hoca- Ya sizin evdeki finolar var?
Kadın- Finoları bağlamışım,
Yağlı çörek doğramışım;
Hocam sana bal ile kaymak saklamışım

Nakarat
Hoca-(Ezan ile): Hacı ağa evde olmasın ha?
Kadın- Hacı gitmiş alacağa,
Kahveyi sürdüm ocağa…
Al beni de sar kucağa!

(Nihayet Hoca yatsı namazından sonra sevgilisine kavuşur)..

KAYNAK: M. Ferruh Arsunar – Elazığ Halkevi Orkestra Şefi 04 -03-1937 – Elaziz

Dergi Son Sayı
Fotoğraf Galerisi
Video Galerisi
Son Yayınlar